(Saya 213’den Devam)

Yaşımız biraz daha ilerleyince, bizi erkenden kalkıp birlikte Alidola Camiine sabah namazına gitmeye teşvik ederdi. Namazdan çıkınca köşedeki kâhkeçinin önünde durur ve beğendiğimiz kâhkeleri alıp ikram ederdi. Okumaya özel bir önem verir, uzaktaki akrabalarına mektup yazdırarak tertip ve ifade hatalarımızı düzeltirdi, kendi el yazısı çok çirkin ve karınca duası gibi olduğundan ötürü olsa gerek, hüsnü hat üzerinde çok durur ve yazımızın güzel ve okunaklı olmasında ısrar ederdi. En çok tenkidine uğradığım konu da buydu. Bu yüzden yeni harflerin kabul edildiği yıl tatile gelince bu üzüntü konusunu tasfiye fırsatını buldum. Yazdırdığı, eski harfli mektubu gözden geçirince gene el yazıma atıp tutmaya koyuldu. Artık onunla tartışmaya girişecek kadar büyümüştüm: (Dede üzme kendini, bu yazı artık tarihe karıştı. Bundan böyle lâtin alfabesi kullanacağız) dedim. Bu sözlerim üzerine uzun, uzun düşündü. Sonra davudi sesi ile: (Bari bu yeni yazıyı yazmasını okumasini biliyormusun?) diye sordu. Yıllardır okuduğum fransızcaya güvenerek (Elbette) dedim. Elime bir tabaka kâğıt uzattı ve yeni elfabeyi üstlerine eski karşılıklarını da yazarak kendisine vermemi istedi. Onu birkaç defa bu kâğıt parçasına bakarak alıştırma yapmaya uğraşırken yakaladım.

Dedem yoksalluk içinde yetişmişti. Babası küçükken öldüğü ve annesi de tekrar evlendiği için bir yandan abacı çıraklığı gibi işler yapıp öte yandan zamanın hocalarının derslerine devam etmişti. Medrese öğreniminden sonra micelle hukukuna merak sarmış ve gene zamanın yetkinliklerinden dersler almıştı.

Sonra olduğuna getirince Halep’e gidip dava vekilliği imtihanını vermiş ve Antep mutasarrıflığının ilk hazine vekili olmuştu. Servetinin çekirdeğini hazine vekilliği esnasında, vergi kaçakçısı toprak ağaları aleyhine açtığı vergi dâvaları yolu ile edindiğini söylerler. Gençliğinde hovarda bir kişiymiş: saz, söz ve içki alemlerinden hoşlanırmış. Divan ve tanzimat edebiyatına yakından ilgi duyardı. Kitap dolaplarında el yazma divanlar, Ziya Paşanın, Namık Kemal’in eserleri vardı. Çalışkığı odanın duvarında Şinasi ve Namık Kemal’in çerçeveli resimlerinin olduğunu düşünerek genç Osmanlılardan olduğuna hükmetmek yanlış olmaz. Her türlü yeniliğe meraklıydı. Hattâ bu yeniciliği kızlarına o yıllarda Ermeni öğretmen yolu ile fransızca ve piyano dersleri aldırmaya kadar ileri götürmüştü. O zamanki Amerikan Kolejine oğlunu gönderen nâdir Türk ailelerindendi. Bu batılılık hevesleri yüzünden mahallede fısıltı halinde ona gâvur Mazlum dediklerini de duydum.

Ben onun hovardalık çağının ancak sonlarına erişebilmiştim. O zamanlar arada bir evdeki büyük odaya masa kurulur, donatılır, yukarıdaki büyük livanda ince saz takımına yer hazırlanır. Yenilir, içilir, şarkılar şiirler okunurdu.

Dedem makama aşina bir kişi oldu için saz refakatinde zaman, zaman davudi sesi ile işe karışırdı.

Gene böyle bir vesiyle için Urfadan bir binlik özel gül rakısı gelmişti. Benkilerlerde saldıracak baklava tepsileri ararken engin bir anbarın üstüne yerleştirilen özel binlik gözüme ilişmiş ve içinde ne olduğunu anlamaya kalkmıştım. Fakat her nasılsa eğdiğim binliği zaptedememiş yere düşürüp param parça olmasına sebep olmuştum. Bereket versin etrafta kimse yoktu. Hemen sıvışıp yukarı odamıza çıktım ve tandırın dar gözüne gömüldüm. Orada uslu uslu oturuşumdan ve yüzümdeki suçlu görünüşten şüphe eden annem beni hayli sıkıştırdı ise de baklayı ağzımdan çıkarmadım. Bir süre sonra yukarı çıkan merdivenden dedemin sesi (Nerede o hınzır) diye gürleyince betim, benzim kül gibi oldu. Gerçeği sezer gibi olan annem hemen beni tandırın yanındaki pencerenin içine sokup perdeyi kapattı. Dedem fırtına gibi oda kapısını çarparak içeri girdi. Tak tak yere vurduğu bastonunun sesinden niyetinin iyice köıü olduğunu farkettim ve karnıma bir sancı girdi.

Fakat annem durumu iyi idare etti: (Belki o kırmamıştır baba, kim görmüş olam) diye kekeledi. O halâ kontrolsüz bir öfke ile: (Kim olacak Ayuş bacı onu kilere girerken görmüş. Böyle haylazlığı ondan başka kim yapar?) diye haykırdı. Annem nerede olduğumu bilmediğini, ele geçirince haddimi bildireceğini belirterek onu yatıştırmaya uğraştı. Amma o: (Ne işe yarar, gitti gül rakısı Taaa Urfa’dan getirttimdi. Şimdi misafirlere ne deriz? Kirkor’un meyhanesi değilki adam gönderip gene aldırayım) diye yakınıyordu. Fakat ben tehlikeyi atlattığımı hissederek rahatça bir nefes aldım ve üç, beş gün gözüne görükmemeye çalıştım. Onun hakkında daha aydınlık ve renkli anılarım rizayet çağı ile ilişiklidir. O yıllarda her gün ikindiden sonra evlik, beli kuşaklı çitari entarisini çıkarıp setre pantolonunu giyer, siyah, lastikli takma papyon kıravatını kızlardan birisi boynuna geçirirdi. Önceleri hasırlı fesini, sonraları hasır Panama şapkasını başına geçirir, bastonunu alıp Maarif kahvesinin yolunu tutardı. Fes dedemin, ablak ve çiçek bozuğu yüzünü iyice ortaya çıkardığı için çirkinliğini iyice belli ederdi. Şapkanın kabulü bu yönden işine yaradı. Maarifte Seyyaf zade Abdo Efendi Muhtar Efendi, Haci Arif Efendi sürekli aziz dostlarıydı. Dedemin Maarife gidişi ile gelişi hayli farklılık gösterirdi Giderken temkinli adımlarla, bastonuna dayanarak ağır, ağır yürürdü. Selâm verenlere sağa doğru eğilerek kandille temennahlarla karşılık verir, aşinalık edenlere duraklar ve konuşurdu. Fakat dönüşde dedemin gözü dünyayı görmezdi: selamlıyanlara, sinek kovalarmışçasına baştan savına mukabele eder, lafa tutmak isteyenleri bir el işareti ile geçiştirirdi. Kalkmak üzre olan bir trene yetişmeye çalışanların telaşı görülürdü onda, Yokuşu nefes, nefese ç kar, kazara iç avluya girecek kapıyı kapalı bulursa kıymeti koparırdı. İç avlunun iç kapısının solundaki livan parmaklığına baston ve sakosunu fırlatarak doğru yüz numaraya dalardı. Nedense rahmetli bu işi başka hiç bir yere emanet edemezdi.

Resmî görevlerini bıraktıktan sonra Avukatlık işlerini sabahları selamlıkta yürütürdü. Avukatlığı, yıllarca çalıştığı cinayet mahkemesi azalığında edindiği hakimlik tutumu ile kanaştırırdı. İlkelden görenler şöyle bir fıkrasını anlatırlar: bir esnaf, mecelle devrinde, babası evine kaçan gelini hakkında (Haneye avdet davası) açması için ona gelmiş. Mazlum efendi (Ücreti üç altındır verebilecekmisin?) diye sormuş. Esnaf koynundan çıkardığı dolğun kesesinden üç altın seçip önüne koymuş.

(Devamı Var)