Diyorlar ki, ölümü yeni bir ömre çeviren şenmişsin. Süleyman satvetini, Eflâtun aklını ve Karun servetini sana borçlu imişler. Sefil ve bilinmeyen bir yuvanın çocuğuna, istersen kendi ellerinle dünya hükümdarlığının tacını giydirir, istersen yenilmez Samsun’u âciz, kudretsiz bir zavallı haline getirirmişsin.

Beni de sen, sayısız tesadüf habbeciklerini, akılları durduran karışık kader çarhlarından geçirip birleştirerek yaratmışsın. İşittiğim ilk ses, beynime sızan ilk ışık hüzmesi, ancak senin iradenle içimde yollarını bulabilmişler. Beni elimden tutarak, kurduğun labirente, ilk ürkek adımımı arttırmışsın. Başımı döndüren gayyaların kenarında, Tanrıyı bile unutturan, yeşil bulutlar arasına saklanmış kuş yuvalarının başında, her an ve her yerde yakıcı nefesini ensemde duyarmışım. Sen istersen ufukların bile çerçeveliyemediği bir hürriyet aleminin avuçiçi genişliğine kösteklenir kalırmışım yahutta, hayalimin gözlerini karartan yüksekliklerde kanat çırpar, bahçemin olgun meyveleri gibi göğün iri yıldızlarını ellerimle toplayabilirmişim. Ve gene, olsun dediğim anda, bulutların üzerinden kanatları kırılmış bir kartal gibi, keskin kayalara düşer parçalanırmışım. Sonsuz ummanlarda zaif teknemin yelkenlerini doldurur atlas kadar yumuşak ve baygın suların yüzünden beni rüyalarımın dünyasına sürüp götürebilirmişsin. Veya durgun ve sığ bir gölcükte, kudurmuş kasırgalar haline girer, çarpar sarsar, toslar ve boğarmışsın.

Hakikaten biz senin keskin ve kavurucu nefesinin savurup sürüklediği aciz hazan yapraklarımıyız? Bütün ömrünüz kaprakanlık bir beyaban içinde bilmeden görmeden geçip giden zavallı bir sürüklenmemidir? Tanrının tenimize koyduğu canı harcıyarak didinip vardığımızı sandığımız ümit vahaları, kısır cömertliğinin alaycı bir serabından başka şey değilmi? Senin efsaneleştirilmiş kurdetine karşı savaşan içimdeki yaratanın aksi, aczimin vehminden başka bir şey değilmi? Metin ve mağrur gemicilerin puslası karvan kıran yalancı ve zalim yıldız dünyamızın daha düşüncenin ayağı girmemiş kıtalarında ki hakikat arayıcılarına yol gösteren hep sen misin?

Öyleyse anlat bana: sen nesin ve biz kimiz? Tanrının ta kendisimisin? Yoksa asi ve küstah iblismisin? Tanrı isen sesimizi kudretine ayna yapmak için mi yarattın? İblissen biçareliğimizle Tanrıyı tazipmi etmek istiyarsun?

Belkide sen yalnız, acizle bozguna uğramış insanlık gururunun zinalarından doğan piç bir vehimden başka bir şey değilsin.

Ne olursan ol istersen tanrının bükülmeyen ve titremez eli, istersen sinsi ve sefil bir tevekkül sana ya bir meczup gibi inanmak ya da bir dinsiz gibi müstağni dudaklarını bükmek isterdim.

İstek denen yabancı mahlukatlardan birini didinip boğuşarak yere yıkınca bunu karşısında alınımdan akan tuzlu ve sıcak terleri dış ve içimdeki bereleri, bir an bile olsun unutup seni düşünmek sana şükretmek istemiyorum. Hülyalarımı kovalarken beni yakalayıp yerime mıhlayan gönlümü göğsümde esir bir kuş gibi çırpındıran görünmez kabus ellerin senin ki olduğuna inanmak istemiyorum. İstiyorum ki vuslat ve hüsran, servet ve yokluk, bizi yükseltip ilahlara yaklaştıran her hale kulluğun sürünen sefil ruhuna düşüren her yenileme yanlız ve yanlız benim elimin emeği ve aklımın meyvesi olsun. Biran bile senin elinin iğrenç soğukluğunu ne anlımı okşarken ne gırtlağımı boğarken hissetmek isterim. O zaman düşük kanatlarım gelir ve hafifler damarlarıma gücün alevden bir sel gibi koşkuştuğunu duyarım. Adalelerimden korku çekilir, enginlerin ve uzakların çağıran kollarına istekle atılırım.

Yahut her habbemde yanlız seni duymak bırakılmış ve unutulmuş bir balıkçı kulübesi gibi yolundan ayrılan tesadüflerin gelip tozlanmış ve paslanmış kaoımı çalmasını beklerdim. O zaman içim boş bir mabet gibi sakinleşirdi. Gönlümde ki doğmadan ölmüş emellerin uçsuz bucaksız mezarları arasında yeis ve endişe duymadan ağır ağır gezinir malıhulyalı selvilerin gölgesinde dinlenir, kendimi ve dünyayı unuturdum. Evet ben yanlız ya senin ya kendimin olacaktım.