Çocukluğumun unutulması zor anları dedemin selamlığı ile ilişkilidir. Yıl on iki ay her akşan ezandan sonra selamlığın devamlı müşterileri biri biri arkası sıra sökün etmeğe başlardı. Onların yokuştaki ayak sesleri, merdivenleri tırmanışlarından, yüzlerini göremden de ayırt edebilmek mümkündü. Güceylioğlu Ekmekci hocanın akkazesinin takırtısı ve iri, semiz vücudunu kaldırmak için harcadığı fosurtuları kapıda gözükmesinden hayli önce duymaya başlardık. Dedemin küçük kardeşi Ahmet Efeni genellikle ilk gelenler arasında olurdu ve tıknaz vücuduna yakışan bir çeviklikle yürüdü. Annne tarafından dedem Güceylioğlu Lütfi efendinin yürüyüşü de kendisi gibi sessizdi, kapının önünde birdenbire belirir ve nereden çıktığına şaşırdınız. Hakim Bilal effendi, Elbeylioğlu Ali Efendi, Arpacı Duran ağa ve daha hatırlıyamadığım ötekilerin de yüzleri kadarseçkin yürüyüş ve giriş üslûpları vardı. Selâmlık odasının sofaya açılan kapısından girince karşıda, eski üslûp yazıhanenin üzerinde diziyle çeşit, çeşit nargileler dururdu. Sağa doğru yayılan odanın etrafı boydanboya büvük yastıktı sedirlerle çevriliydi. Dedem Mazlum efendi çokluk müşterilerden bir ikisi geldikten sonra gözükür, Nargile masasına bitişik olan köşesine oturur, yeni doldurduğu tömbeki kesesini, seslenerek hacı arap’a uzatırdı. Sedirin ona en yakın olan kısmını Elbellioğlu tercih eder, En yukarı başın bir ucunu hakim Bilâl efendi tutardı. Bağdaş kurup yırtmaçlı entarileri içinde alabildi ğine yaslanıp yayılan bu zümre içinde ayakları yerde tecrübeli ve edepli bir devlet memuru gibi dayanmadan dimdik otururdu, Bilal effendi. Baş köşenin yanı heybetli ekmekçi hocanındı. O sikletinden minderi iyice çukurlaşmış, mutad yerine iyice yayılır ve bir dizini dikerek bağdaş kurardı. Sedirin kapıya en yakın olan öteki ucuna da biz çocukların (Kemani) dediğmiz, sıska, iri gırtlaklı, eğri burunlu, iri beyaz sarığı altında ezilmiş gözüken bir öğretmen otururdu. Yaz, kış şemsiyesini elinden hiç eksik etmez ve sedirin hemen yanındaki koluna asar, arada bir de yerinde mi diye yoklardı. Galiba ince, cırlak sesi yüzünden ona (kemani) derdik.

Selamlar, ve aleykümselamlar alınıp verilip hatır sorfuktan sonra havadan sudan söz edilir, mevsimine göre mahsul, ucuzluk, oahalılık, siyasi; askeri havadisler sohbet konusu olurdu. Konuşacak şeyler bitmiş gibi gözükünce de, Haci Arabın hazırlayıp tiryakilerinin önüne yerleştirdiği nargilelerin lukluku ile, sık sık tazelenen kahvenin höpürtüsünden başka bir şey duyulmazdı. O zaman odanın manzarası, yaşayan bir topluluk olmaktan çok muşamba üzerine aktarılmış renkli bir duvar tablosunu andırdı.

Selamlık, şöyle böyle ayda bir tam kadro ile toplanırdı. O zaman sedirlerde yer kalmaz, pencere tarafına sandalyeler eklenirdi. Bu günün özelliği posta günü oluşuydu. O günler dedeme beş altısı bir arada akşam gazetesi gelirdi. Herkes Dersaadet’de neler olup bittiğini, Osmanlı yurdunda ve dünyada olup bitenleri merak ederdi. Hele Birinci Dünya savaşında İstanbul’dan gazete gelmesi selamlığın en önemli olayları arasındaydı. Gazetelerin her birini bir misafir kapıp okumaya koyulmazdı. Bunlar tarih sırasına konur ve topluluğun kıraati en selis olanı yüksek sesle okur, ötekiler dinler, arasında okur yazar olmıyanların da bulunuşuydu. Ben rüştiyenin ileri sınıfların da bulunuşuydu. Bu rüştiyenin ileri sınıflarına geçince, bu önemli görev benim uhdeme verilmişti. Kekelediğim ya da yanlış telaffuz ettiğim kelimeler geldikçe ya Mazlum dedem, yüzünekapadığı elinin altından kaşlarını çatarak düzeltir, ya da tashihciliği hâkim Bilâl efendi yapardı. Eksiği bulunmanın verdiği hafif yüz kızarmalar müstesna, bir yığın yetişkin ve önemli kişinin okuduklarımı dikkatle dinlemeleri bana büyük bir önemlilik duygusu verirdi.

Yatsı ezanı duyulunca, nargilelerin marpuçları boynuna sarılır, bismillahlar çekilerek sedirden toparlanmaya girişilir. Ahmet amca mutad atik, tetik hareketleri ile imanlık yerini alır, güceğli Abdülkadir effendi müstesna hereks namaza dururdu. Abdülkadir efendi’nin vücut boyutları rüku ve secdeye yatıp kalkmaya elverişli olmadığı için herkes onu hoş görürdü. Özellikle Ahmet amcanın peşinde namazı yetiştirebilmesi imkansızdı. Çünkü (Allahu ekberleri) geniş bir nefes almaya imkan vermiyecek bir hızla birbirini kovalardı. Yapısı hafif tertip olanlar bile, yatsının sonunda, yokuş çıkmışcasına solumaya başlardı.

Namazdan sonra göz kapakları ağırlaşır, sohbet hızını kaybeder ve misafirler (ya pi rya Allah) diye doğrularak öksürük, aksırık boşluğa dalarlardı.