(Sayfa 180’den devam)

Liseye devama başlayıpta Haci’nin halk şiirlerinin bazı eserleri ile birinci elden temasa gelmek fırsatını bulunca onun ezberlettiklerindeki tahrif ve yanlış talaffuzlar ortaya çıkmaya başladı. Bu gibi eksiklerini tatilde geldiğim zaman kitapta yerini göstererek düzetmeye kalkardım. Fakat Haci bunların hiçbirini sallamaz gösterdiğim kitapları küçümser (Onlar gelsin Aşık Ömer’i benden öğrensin) diye böbürlenirdi.

Boş kaldığı zamanlarda livanın manzaralı bir köşesinde ezan okuyacakmış gibi seyrek sakallı yanağını sağ avucunun içine yerleştirmiş ışıktan rahatsız olan kataraklı gözlerini habire kırpıştıran ve başını durmadan ileri geri hafifçe sallıyarak dudakları arasında birşeyler mırıldanan Haci Arab’ı bugün bile loş bir resim galerisindeki tablolar gibi hayalimde canlandırabiliyorum. Bilmem bir teviye tertiplediğimiz kötü şaka ve muzipliklerimizi affettimi?

Selâmlık sadece mahallenin ileri gelen yaşlılarının akşamları toplanarak nargile kahve içtikleri ve tatlı sohbetlere giriştikleri bir yer değildi. Yakın çevrenin kişisel veya genel sorunları da burada ele alınır tartışılır çareler aranırdı. Mahallenin şehit karıları ve çocuklarına yardım çareleri aranır, öküzleri korumak yoksul hastaların bakım ve yiyeceğinin kaşılanması yolları konuşulur ya kararlaştırılırdı. Hatta taşkınlık gösteren evlatlarını çekip çevirme ve yola getirmekte kalan babaların selamlığa gelerek mahalle büyüklerinden şöyle bir iki övüt verip göz ayırmalarını istedikleri olurdu.

Odanın ceemaati bazan mahallenin asayiş ve edebi ile ilgili olarak resmen harekete de geçerdi. Bir gün cemaatin dağılmasına yakın, Kazancı pazarından gelen yokuştan yukarı iki sarhoşu yalpalıyarak tırmanmaya koyulduğu çatlak bir sesle gecenin sessizliğini yaran bir uzun havadan anlaşıldı. Sarhoşlar beş on adımda bir duraklıyor bağıra bağıra uzaktan anlaşılamıyan bir şeyler haykırıyorlardı. Cemaat kulak kesilerek dinlemeye koyuldu. Sesler yaklaştı ve önümüzdeki mescidin küçük meydandaki iki binek taşında tünediler. O zaman mâni beyitleri arasındaki duraklamalar da (din, iman, ana, baba) bilinmez ha sıralara küfürler yağdırdıkları anlaşıldı Cemaatin hepsinin kaşları çatılmış yüzleri asılmıştı. Dedem (Haci Arap) diye seslenmiş (Git bak bu herifler kim söyle onlara, öyle haykırıp durmasınlar) dedi. Haci öyle sarhoşlara meydan okuyacak yiğitlerden değildi. Bu işi Ahraza aktarmaya uğraştı. Fakat derdini bir türlü anlatadı. Yalnız başına bir angarya sarılmak istendiğini hisseden ahraz gözlerini başka yöne çevirecek koynundan bütün kesesini çekti. Tıs oğlansa daha onbeş onaltı yaşındaydı. Çelimsiz hastalıklı birşeydi. Hepsinin baskılarına rağmen işi gözüne kestiremedi. HAci pamuçlarını sürüyerek gitti. Ben de peşine takıldım. Hacı sarhoşlara sesini duyuracak kadar yaklaştığına kanaat getirince mülayemetle sertliği kaynattırmaya çalışan bir eda ile seslendi.

—Hey oğlum ne bağırıp duruyorsunuz öyle? Efendi hössünler deyor yeri şeytana nalet deyin de gidin evinizde yatın.

Sarhoşlar bir an şaşalayıp duraladı. Sonra kim olduğunu ayırt edince iri yarıcası sallanarak yerinde doğruldu ve boğa böğürmesini andıran bir gürleme ile (ulan Haci şeninde efendinin...) diye sonturlu küfürler savurmaya başladı. Bu mahallenin ayık gezmiyen bilmem kimlerin Sabrisiydi. Üzerimize gelmiye yeltendiğini sezince Haci de bende hızla yüz geri dön ettik. Fakat selamlığın avlusundan girince cemaatin semiz Abdülkadir Efendi de dahil olduğu halde baston ve akkazelerini kavramış merdivenden hızla aktıklarını gördük. Takviye geldiğini gören Haci ile benim yüreğime biraz su serpildi ama bu ihtiyarcıkların o iki azılı sarhoşla nasıl baş edebileceklerini de pek kestiremiyordum. Bu yüzden bir an içeriye koşup babamı ve amucamı da ayaklandırmayı düşünüyordum. Amma Abraz da işin önemini sezmiş, Hacinin küçük kürsüsünü bir ayağından yakalamış pofliyarak cemaatin peşinden geliyordu. Ahrazdan herkes çekinirdi. Harafa üzüm çalmaya gelen Salahaneli iki agidi, enselerinden tutup kafalarını birbirine vurarak baygın düşürdüğü hikâyesi herkesin ağzında dolanırdı. Onu görünce belim berkidi, bende yokuş aşağı koştum. En önde hepsinden daha atik, tetik olan ve belediye reisliğinin otoritesine güvenen Lütfi dedem gidiyordu. Halâ ağzını firenlememiş olan Sabri’nin yakasına yapışıp yüzüne iki iyi şamar indirdi. Bu saldırıdan şaşıran ve dedemin iki karış tepesinden bakan Sabri tam karşı taaruza geçmiye niyet ederken öteki ihtiyarlar Sabri’yi bir sopa yağmuruna tutmaya başladılar. Öteki sarhoş işin kötüye gittiğini farkederek sıvışmıştı. Fakat sopa şokundan biraz kendine gelen Sabrı, kimleri üstüne saldırttığını ayırt edebilmeye başlamıştı: (Aman Efendi ben ettim siz etmeyin. B. nizi yiyeyim. Bir cahallık ettik) diye merhamet dilenmeye koyulmuştu. Hele Ahraz’ın elinde kürsü ile kalabalığı yarıp kendine doğru sokulmaya çabaladığını görünce büsbütün hoşafın yağı kesildi :(Aman kulun, kölen olayım. Bırakmayın beni şu ahraza) diye neredeyse ağlamaya başlayacaktı. Büyükler Ahrazı zorlukla durdurdular amma, bunu fırsat bilerek sıvışmaya kalkan Sabri’ nin gerisine iyi bir çifte yerleştirmesini de önliyemediler.

Sabri’nin akrabaları birkaç defa dedeme gelerek özür dilediler. Sabri’nin ayyaşlık ve sorumsuzluğundan yakındılar (Elini nur olsun) diye dua ettiler. Sabri’nin de birkaç gün sesi duyulmadı amma o öyle bir iki sopa ile sarhoş kabadayılığından vaz geçicilerden değildi.

Dedem Mazlum Efendi çocukluk anılarımın zirvesinde bir esarettir. Heykeli gibi dikilir durur. Bu duygumu sanırım ailenin bütün üyeleri paylaşır. Evdeki ve evin dışından gelen diğer yetişkinlerin ona gösterdiği saygı biz çocukların zihninde de bir kadiri mutlak haline getirirdi. Gerçekte çocuklara ve özellikle henüz yaramazlık çağına girmemiş küçüklere karşı sonsuz bir sevgi ve zaafı vardı. Anılarımın karanlık izbelerinde aydınlıkça duran fersiz tablolar onunla ilişkilidir: odasına kadar girebildiğim zamanlarda köşe minderinden el ederek beni yanı na çağırır, saçlarımı okşar. En hoşuma giden iki şeyden birisi eski akşam gaze Çelerinden külah yapıp başıma yerleştirmesi ötekisi de meşhur dolabını açıp, suya ıslatılmış incir ikram etmesiydi.

(Devam edecek)