(Sayfa 237’den Devam)

Dedem bu parayı gözden çıkardığını kesin olarak anlayınca paraları tekrar onun önüne doğru itmiş, (Git bu para ile iki çift bilezik al. Gelinini babasının kapısına çağırt. Kızım bizim oğlan cahillik etti, sonra pişman oldu. Bak sana bu bilezikleri yolladı) diye eline var. Eminim dövüşsüz, davasız çarşafını giyer ve önüne düşüp eve gelir) demiş. Davacı birkaç gün sonra gelip elini öpmüş ve ona hayır dua etmiş.

Sert dış cephesi altında duyğulu bir kalbi olduğu da muhakkaktı. Babam sık sık bu hikâyeyi anlatırdı: Birinci Dünya Savaşı içinde buğday ve diğer besinlerin ateş pahasına çıktığı Zamanda Arpacı Duran ağa, büyük bir çıkın içinde satılan o yıl hasilatının tu tarım getirmiş. Altınlar, Meciyeler, Çeyrekler sayılıp fişek yapılırken dedemin yüzünü önce bir yas kaplamış, sonra ağlamaklı bir sesle bir kaç kere (Ya rabbi töbe, yarabbi töbe) çekmişti. Ailenin biz çocukları, şeker ve dondurma yemek ümidi ile ondan para koparmaya kalkınca yüzünü sarkıtır öfkeli bir sesle: (Ne yapacaksın parayı evde her şey var. Sen para gökten yağıyor mu sanıyorsun?) diye çıkışırdı. Biz sonunda yumuşıyacağını bilerek mızıldanıp vızırtıda direndikçe (Lüzumsuz yere para harcamanın Hak Taalanezdinde makbul olmadığı israfın haram olduğu) hakkında uzun övütlere girişirdi Fakat sonunda gene de ona elini evlik entarisinin koyun cebine sokturur oradan ya bir yüzlük ya da bir ellilik çıkartırdık. Başını yüzümüze bakmak istemiyormuşçasına bir yana çevirerek (Al, bir daha da para isteme) diye hışımla bize uzatırdı. Amma bayramda elini öpmek için bir kaç düzünemiz etrafını alınca gözlerinin içi koyu, güler, öpenlere (Berhudar ol) diye avucunu uzatırdı. Baş eğlencesi paranın nisbî değerini henüz öğrenmemiş olanlara avucunda mecidiye kadar bakır bir kel beşlik üçlüğü ile, bir mecdiye çeyreği uzatmak ve beğendiğin birisini al diye muziplik yapmaktı. Tabiî henüz aklı ermiyenler iri yarı, kırmızı, bakır bakır kel beşlik üçlüğüne yapışır, o da bu hale kıs- kıs gülerdi. Mecidiye çeyreğine atılmıya başlayanları bu oyundan azat ederdi. Onun para ile ilgili bize karşı tutumuna yıllarca alışmış olan beni bir gün iyiden iyiye şaşırttı: On üçünde ve Sarı mektebi bitirmiştim. Beni okumak için İstanbul’a göndermeye karar vermişlerdi. Ertesi gün sabah ezanı Be lediye hanından Mitat San ‘ın işlettiği tarihi kadimden kalma bir Ford otomobili ile yola çıkacaktık. Son akşam yemeğinden sonra beni yukarıya odasına çağırdı: «Evlat İstanbul’a gideceksin Büyük beldedir. Birçok kötü kişiler ve kötülükler vardır. Sakın olaki okumaya gittiğini unutup şeytanın igvasma kapılma. Şu kâattekileri de yolda iyice okuyup hafızana nakşedersin) diye elime dörde katlanmış bir kâat tutuşturdu. Sonra eşik başındaki o maruf dolabının kilidini çevirdi. Önüne rastlayan haç taslarından birinin içinden iki çil altın seçti ve bana uzattı. (İyi bir yeri ne sakla. Sakın başın iyice dara gelmeden harcamaya kalkma. Tramvay veya vapora binince de yankesicilere çarptırma) dedi.

Daha o zaman bu üç şeyin ne anlama geldiğini de iyi bilmiyordum. Fakat İstanbul’daki, fırsat buldukça ziyaretine gittiği mhalamdan, hep gelişinde parasını yankesicilere çarptırdığını öğrenince uyarmasının anlamını daha iyi kavradım.

Onun ölümünü İstanbulda babamın bir mektubundan öğrendim, çok üzülmüştüm. Fakat gençliğin kafasında esen karayel fırtınaları ve yatılı okul hayatı yüzünden kaybın büyük ve gerçekliğini iyice hisse dememiştim. Yaz tatilinde eve dönüpte onun odasının kapısını kilitli olduğunu, selamlığın kahve ocağının söndüğünü ve gidip gelen cemaatın kalmadığını farkedinca onun hayatımızdan neleri beraberinde alıp götürdüğünü daha iyi ve gezimi yakan bir acıyla hissettim.

(Sabah)