(Sayfa 157’den devam)

Onun belki bu oturak düşkünlüğünden vazgeçirir diye, bir gün kahve pişirirken uzun, siyah cübbesinin yerleri süpüren eteğini, kancalı iğne ile kürsüye bağladım. Ayaklanma işine girişince kürsü de onunla birlikte ayakladı, bacaklarına dolandı ve elindeki fincan dolu tepsi ile livana doğru kapaklanır gibi oldu. Kopan şangırtıdan cemaat sofaya fırladı. Tabii ben sahnenin gerisini izleyemedim. Evin en ücra köşelerinden birine gizlenerek nefesimi tuttum. Az sonra dedem, bastonu elinde (Nerede o hınzır) diye haykırarak iç avluya girdi amma arama, tarama bir sonuç vermeyince soluyarak tekrar selamlığa geçti. Biraz sonra da kadınlardan birinin ara kapıdan evin misafir fincan takımı selamlığa uzattığını fark ederek kimseye sezdirmeden yukarıya yatağıma çıktım.

Sıcak günlerde haci Arap selamlığın yazlığında yatardı. Herkes yerli yerine çekilince şiltesini, yorganını sırtlayıp yazlığın en havadar yerine serer, sonra da çoğu vakit cemaatle birlikte kılmadığı yatsı ezazı için sofradaki tahta kerevite giderdi. Böyle bir fırsatta üst katın balkonundan demirlere tutunarak yazlığa indim. Beraberimde getirdiğim çamaşır ipinin ucunu yorganın bir ucuna iyice bağladım. Öteki ucu da bileğime sararak geldiğim yoldan tekrar sıyrılıp balkona çıktım. Orada çocuklardan başka bir kaç yetişkin seyirci de merakla sonucu bekliyordu.

Namazını bitiren haci Arap don gömlek geldi yatağının içine oturdu. Bir süre gözlerini gökteki sayısız, parlak güney yıldızlarına dikti. Elini açıp bir dua okudu, sakalını sıvazladı ve (bismillah) diye yorganı çenesine kadar çekti. Hacinin, bilinçsizliğin keyfli ucurumuna doğru yönelmekte olduğunu tahmin ettiğim bir anda ipi hızla çekip yorganı çenesinden birkaç santim aşağı indirdim. Haci telaşla yatağına oturdu, Çipil gözleriyle lahavle çekip sağı solu, önünü arkasını denetledi. Etrafta kimse olmadığına kanaat getirince tekrar bismillahlayıp yorganı çenesine çekti. On dakika kadar sonra aynı oyun tekrarlanınca daha işgillendi, yataktan çıktı, livana geçti, her yerleri aradı. Sonra peşi peşine lahavle çekerek gene yatağı girdi. Üçüncü seferinde yorganı daha hızla çekip dizlerine indirdim. O can havli ile yerinden fırlayıp yorganı ucundan yakalamaya çalışırken yorgan havalanmaya ve yukarı doğru yükselmeye başlamıştı. Yatağının ayak ucundan Haci’nin diz üstü ağzı ayrılmış Babur Şahın seccadesi gibi havalanan yorganına aptal aptal bakışı balkondan inceli, kalınlı bir yığın kahkahanın kopmasına yol açtı. Bu sesleri duyan Hacinin ayağı karaya erdi. Şehit olduğunu sandığı tanrısal mucizenin mahiyetini anlayınca o da parmaklarını çıtırdarak (Büyüğü deli, küçüğü deli, beşikteki başını sallıyor diye) oynamaya koyuldu.

Hepsinin cennet mekânı olsun amma, umarım ve dilerim ki ahrazla Hacı Arap öteyanda da kahve pişirip nargile doldurmakla uğraşmıyorlar. Ya da hiç olmazsa bu işi kendi nefisleri ve kendi zevkleri için yapıyorlar.

Bizimki büyük ve kalabalık bir evdi. Dede, nene, baba, anne, amca, yenge, taburla her boydan çocuk, bir mangaya yakın yarı akraba durumuna girmiş erkek, kadın hizmetlilerle evin içi daima arı kovanı gibi inlerdi. Bunlara gece yatısını gelen akrabaları selamlıkta konaklıyan köylü ortakları da eklerseniz durum sınırlı bir aile biriminde çok geleni gideni belli olmayan Uzun çarşı hanlarından birini andırırdı.

Fakat bu toplumsal hercümercin tepesinde çiçek bozuğundan ötürü seyrek ve kumral bir sakalla örtülü yüzünü daima bir elinin kafesi arkasında gizleyecek dedem vardı. Herkes onun sesini duyunca (Buyur Efendi) diye koşar biz çocuklar odasına çekinerek girerdik. Babam bile onun geldiğini hissedince cigarasını arkasına saklar (buyur baba) diye yerinden fırlardı. Evin bütün ihtiyaçları onun kesesinden ve onun kararlarına göre yönetilirdi. Birkaç çocuk sahibi olan babam ve amcam bile bu yönden evde figüran durumunda kalırdı.

Bütün ailede dedemi pek sallamıyan buyruklarını kendi dileğine göre yerine getiren Hacı Arap’tı. Onu kızdırıp çileden çıkardığı, bastonla üzerine yürüdüğü zamanlar bile kıskıs gülen ve telaş etmeden sıvışıp giden oydu. Hacı Arap devlet bakanı gibi bir şeydi. İç avluya kapı tokmağını bir tıkırdatıp (kimse olmasın) çekerek her gün girebilen tek yabancı erkek oydu. Her sabah böylece içeri dalar merdivenlerden maniler mırıldanarak dedemin odasına çıkar günlük alışveriş talimatını ve masraf parasını alırdı. Çıkarken de mutfakta sepetleri koluna takardı. Fakat Haci verilen siparişleri hatırdan tutmak külfetine katlanmaz köftelik kıyma ısmalanırsa kuşbaşı alır, mışkı tedariki gör dendiyse bamya tavası hazırlığı yapardı. Bu başı boşluğuna kızıp veriştermeye kalkanlara da (Bire Efendi hepside Allahın nimeti bugün böyle olsun sabah da senin dediğini alırız) diye karşılık verirdi. Fakat bu başkasının verdiği siparişin alınacağı sabah bir türlü gelmezdi. Fakat nedense dedemin ona bir tutkunluğu vardı. Kızar bağırır hatta bastonla üzerine yürüdüğü bile olurdu ama Haciyi sepetlemek aklının kıyısından bile geçmezdi. Sonra bu düşkünlüğünü sebebi keşfedildi. Dedem şeker hastalığına tutulmuştu ve doctor tatlıları kesin olarak yasaklamıştı. Babamın ona komut verip işlerini burnunu sokmağa cesaret ettiği tek konuda bu pehriz meselesiydi. Köyden onun için şeker parenin hamı, eriğin ekşisi gelir hamurlu ve nişastalı yemekler verilmezdi. İmrenmesin diye yemeği tepsi ile yukarı çıkardı. O zamanlar penisülin henüz bilinmediği için perhiz kritik bir işti. Fakat anlaşıldığına göre Haci verilen talimata bu sefer uyarak siyah uzun cübbesinin altında dedeme “memiye helvası baklava ve bal kavunu” taşırmış. Babam bunu duyunca yumruğunu sıkıp Hacinin üstüne yürümüş pataklamasına ramak kalmıştı.

Harman ölçmeye, fıstık toplamaya, bağ, bostan kabala vermeye o bakardı. Allah bilir ya birkaç mecidiye kıvırdığı kabalacı talipleri bütün gücü ile savunur, bağ veya bostanın ona kabala verilmesi için elinden gelen her türlü baskıyı yapardı. Dilediği olmayınca da kızar küser ve “Haci” çağrılarına günlerce kulak asmaz olurdu.

Halk edebiyatının hem ilk tadını taddıran da odur. Yunustan, Aşık Ömerden, Karaca oğlandan türküler, ağıtlar, ilahiler okurdu. Bozuk bir makamla okuduğu (Şehri Bağdat iki derler birisi Antebimiş) koşması mahalli vatanperverliğimizi kamçılardı. Sık sık tekrarladığı (Dülükbabadan belledim kaşık sapıyla belledim Halebe pekmez yolladım nesine benim bağımın) ezgisine de hayli gülerdik.

(Devam Edecek)