(Sayfa 117 den devam)

O günler dedeme beş altısı bir arada Akşam gazetesi gelirdi. Herkes Dersanelerde neler olup bittiğini, Osmanlı yurdunda ve dünyada olup bitenleri merak ederdi. Hele Birinci Dünya Savaşı’nda İstanbul’dan gazete gelmesi selâmlığın en önemli olayları arasındaydı. Gazetelerin her birini bir misafir kapıp okumaya koyulmazdı. Bunlar tarih sırasına konur ve topluluğun kıraati en selis olanı yüksek sesle okur, ötekiler dinler, arada bir mütalaalar yürütülürdü. Bunun belki bir sebebi müdavimler arasın da okur yazar olmıyanların da bulunuşuydu. Ben rüştiyenin ileri sınıflarına geçince, bu önemli görev benim uhteme verilmişti. Kekelediğim ya da yanlış telaffuz ettiğim kelimeler geldikçe ya Mazlum dedem, yüzüne kapadığı elinin altından kaşlarını çatarak düzeltir yada tashihçiliği hâkim Bilâl efedi yapardı. Eksiği bulunmanın verdiği hafif yüz kızarmalar müstesna, bir yığın ye tişkin ve önemli kişinin okuduklarımı dikkatle dinlemeleri bana büyük bir önemlilik duygusu verirdi.

Yatsı ezanı duyulunca, nargilelerin marpuçları boynuna sarılır, bismillahlar çekilerek sedirden toparlanmaya girişilirdi. Ahmet amca mutad atik, tetik hareketleri ile imamlık yerini alır, Güceyli Abdülkadir efendi müstesna herkes namaza dururdu Abdülkadir efendinin vücut boyutları rüku ve secdeye yatıp kalkmaya elverişli olmadığı için herkes onu hoş görürdü. Özellikle Ahmet amcanın peşinde namazı yetiştire bilmesi imkansızdı; çünkü (Allah’u Ekberleri) geniş bir nefes almaya imkân vermiyecek bir hızla biri birini kovalardı. Yapısı hafif tertip olanlar bile, yatsının sonunda, yokuş çıkmışçasına solumaya başlardı.

Namazdan sonra göz kapakları ağırlaşır, sohbet hızını kaybeder ve misafirler (ya pir ya allah) diye doğrularak öksürük, aksırık boşluğa dalarlardı.

Selâmlığın en renkli ve hareketli günleri Ramazandı. Bu canlılık kahve ocağından odanın baş köşesine kadar etkili olurdu.

Hatırımda kaldığına göre o yıllar da Ramazan ya yaz ya da erken güz aylarına rastlıyordu. Güneş dönüp ikindi ezanı okununca Ahrase mangalı yakıp kahve kavurmaya, Tıs Oğlan dedikleri çipil gözlü sıska Ahmet, avludaki tulumbanın önünde nargile şişelerini yıkayıp sularını tazelemeye koyulurdu. Haci Arap’sa ya içerlediği bir hususa bıyık altında söylenerek ya da Yunus Emre İlâhileri okuyarak odayı süpürür, tozunu alır ve sedirlerin yastık ve şiltelerini düzeltirdi. Fakat gerek onların gerekse evin içindekilerin hepsi tek bir kıvılcımla parlayıp patlamaya hazır barut fıçılarını andırırdı. Bu saatlerde onlara takılmak, ya da yakinlerinde yaramazlık etmek hayli tehlikeli bir işti. Özellikle Ahraz burnundan solur, iki de birde yazlığın ucuna sokularak güneşin ufka kaç mızrak boyu kaldığını kestirmeye uğraşırdı. Güneşin alt yuvarlağı ufuktaki tepe çizgisine bir kaç karış kalınca elinde ne varsa bırakır, yazlıktâki mutad köşesine çökerdi. Buradan kalenin iftar topu atılan burcu gözüktüğü için topun patladığı anı gözü ile tesbit ederek nâfile orucuna vakit harcamamaya çalışırdı. Bu sürede tütün kesesini kucağına çıkartır ve büyük bir itina ila üç tane dolğun dolmaya benzeyen sigara sarardı. Fakat her üç beş saniyede bir gözlerini elindeki sigaradan burçtaki, adını unuttuğum bektaşı dedesinin silüetini ve hareketlerini takibederdi. Dedenin eski ağızdan dolma topun fitilini tutuşturmaya giriştiğini farkedince de sarıya çalan iri gözleri büyülenmişcesine o noktaya takılır, ağzının iki yanından sarkan pos bıyığı adeta heyecanla inik kalkmaya başlardı. Burcun üstünde patlama alevini görünce üç cigarasını toplar, divandaki tahta kanepelerden birinin güneye bakan ucuna dikkatle yerleştirirdi. Sonra kanepenin üzerine çıkarak akşam namazını kılar ve gözlerini secdeye yattığı yerden biraz ötedeki sigaralarından hiç ayırmazdı. Namaz bitince, bunları biri birinden ateşliyerek tüketmeden yemeğe oturmazdı. Onun bu tutkularına saygı göstermeyen Haci Arapla Tıs oğlan yemek hadlerini tecevüze etmişlerse el, kol işareti ile onlara iyice hakaret eder homurdanırdı.

Ramazan’ın olağan günlerinde cemaat diğer zamanlardan daha fazla olurdu. Sedirler iyice dolduktan başka pencere önüne de sandalye ve kürsüler yerleşirdi. Kahveler, sigara ve nargileler arka arkaya tazelenir, Haci Arap beş defa çağırılmadan yerinden kıpırdıyamıyacak duruma girerdi.

Fakat en önemli gün Ramaz başında iftar sırasının bizim eve düştüğü gündü. O zaman içerde mutfak, selâmlıkta kahve ocağı sabahtan tam kadro ile çalışmaya başlar, evin içinde bir telâş bir koşuşma sürer giderdi. Cemaat iftardan bir saat kadar önce sökün etmiye başlar, cigaralar sarılır, ortada hazırlanan iftar sofrasına bakıp yutkunmaktan boğazlar laçka olurdu. Bu anlarda konuşan pek az olur, sık sık kuşak aralarından, yelek cebinden çekilen saatlere bakılır, ya da yazlığın köşesinde Ahraz’ın yanından kale burcundaki topçu dedenin siluheti seyredilirdi.

İftar topuna yapılan tepkiler de hayli farklı olurdu: koyu tiryakiler hemen sigaraya saldırır, yüreği yanıklar su tasına yapışırdı. Fakat üç adam boyutundaki Güceyli Abdülkadir efendi hemen çeşitli iftarlıklara girişir ve ötekiler sonraya oturuncaya kadar hayli temizlik yapardı. Yemek esnasında konuşulmaz yalnız ağız şapurtusu ve kaşık sesi duyulurdu. Oruçlulardan bir kısmı çorbadan sonra tıkanır, fakat Abdülkadir efendi bu gibi ufak tefek genellere teslim olmazdı. Lokmalar yemek borusundan inmekte zorluk çekmeye başlayınca iki eli üzerine abanarak sofradan biraz geri çekilir, sonra arka üstü yatarak, iyice yerleşsin diye göbeğini sağa, sola sırhalardı. Sonra da yeni yemeğe başlıyormuşcasına yeniden işe koyulurdu. Onun teravih kaygısı olmadığı için midesini alabildiğine doldurmaktan kaçınmazdı. Ahmet amcanın arkasında teravih namazını yestiştirebilmek midesi boş kabadayıların bile kolaylıkla başarabileceği bir iş değildi yirmi küsür rikât teravihi kıldırması sabah namazı kadar bile sürmez, rükûa varması ile secdeye yatması neredeyse aynı ana rastlardı. Bir kere ben de heveslenmiş oda cemaatinin arkasında teravihe durmuştum. Fakat ibadetin hızı karşısında pes demiş ve namazın ortasında herkes secdeye yatar yatmaz selamlığın arka kapısından içeriye sıvışıvermiştim.

Teravih sonunda sıkı jimnastiğin etkisi, dolgun midelerin verdiği mahmurluğu üst üste içilen sade kahveler bile etkiliyemezdi. Gözler süzülür, esnemeler gittikçe uzar, Tıs Oğlan’ın su taşımadan tabanı kabarırdı.

(Devam Edecek)