Birinci dünya savaşı sırasında selamlığın bir heyeacanlı günü de Donan ve Harp dergilerinin postadan çıktığı günlerdi. Okullarda okuduğum tarih kitaplarından çok bu dergilerdeki yazı ve resimlerden, Osmanlı imparatorluğunun son günlerini çekip çevirenleri tanımaya, hangi cephelerde savaştığımızı öğrenmeye muvaffak oldum. Uzun yıllar öncesinin hayli küllenmiş hatıralarını deşeleme fısatını elde etiğim zamanlar bu dergilerin parlak kağıtları üzerine basılmış resimler hala hayalimde canlanır. Ufacık bıyığı, iri siyah gözleri, biçimsiz asker papalığı altında bile gösterişliliğini kaybetmiyen Enver Paşa, Sultan Reşad’ın sevrek sakallı tombalak yüzü üstündeki, biraz aptallığa kaçan safdil bakışları, fes giyinmiş Von der Golz paşa, bir türlü elde edilemiyen (zaferi nihaî) peşindeki hecin süvarileri kaputuna bürünmüş karlar üzerinde uyuyanlar halâ gözlerimiu önün de. Yazılar okunduktan sonra dergiler elden ele dolaşır Boc zırhlısının Çanakkale’de batışını gösteren temsilî resim (abolar) çekilirdi.

Derken birisi, harbin patlaması üzerine Ingilizlerin teslim etmedikleri Reşadiye ve diğer bir zırhlı, teslim alı nabilseydi, harbin seyrini nasıl değişe bileceği faraziyesini ileri sürer ve hararetli bir tartışma başlardı. Bu konuşmalar esnasında en çok üzerinde durulan ve yorulmaya çalışılan iki soru vardı: uçak ve deniz altı. (Yahu efendim) derdi birisi (bu demirden yapma, toplu tüfekli tahtelbahir denen şey nasıl denizin dibine dalıp geri çıkabiliyor? Buna bir türlü akıl erdiremiyorum) o çağın aydın sayılan kuşakları bile okulda fizik gibi bilimleri okumadıkları için bu soruyu cevaplamakta kemküm ederler, tefsirlere ihtimallere girişirler, sonra (Balık nasıl batıp çıkıyorsa) deyip keserlerdi. Marmara’da periskobu Müstecip onbaşı tarafından mavzer kurşunu ile hasara uğratılarak su yüzüne çıkmak zorunda bırakılıp esir edilen Fransız denizaltısı da hayli tartışmalara yol açmıştı. Perisköb’un ne olduğunu kimse kesin olarak bilmiyordu. Kimisi buna geminin gözetleme yeri diyor, fakat nasıl girebileceği açıklayamıyordu. Bir başkası da onu geminin dürbini diye adlandırıyor, amma böyle bir aracın dış camının kırılmasını niçin su yüzüne çıkmaya sebep olabileceğini kestiremiyordu. Aynı durum uçak resimleri, attıkları kazan bombaları ya da saçtıkları beyin delen çiviler söz konusu olunca doğardı. Sonunda tövbe çekenler, teccalın çıkacağı günün geldiğini ilan edenler Allahın hikmetine karışmak istemeyenlerin yanı başında olup bitenlere akıl erdirmeye yönünü ve iç yüzünü anlamaya çalışanların sesleri duyulurdu.

Bu konudaki tartışmalar çoğu zaman, ötekilere göre daha görmüş geçirmiş durumda olan dedemle Bilâl efendi arasında ceryae ederdi. O sırada Lütfi dedem sessiz habire sigara sarmakla uğraşır, Elbeyli Ali efendi kalın, davudi sesi ile Allah, Allah çekerdi. Aptülkadir efendi bu gibi teknik tartışmalarda hoşlanmaz, sıkıldıkça daha çok yayılır arada bir de (bırak bire efendi bu gereksiz hanekleri de akşam ne yedin onu anlat) derdi.

Uçakla nedense herkes ilgilenirdi. Bilgiçler bunun nasıl uçtuğunu, ve savaşta oynaması mümkün olan rolleri yormaya uğraşırken, sofular Ebabil kuşundan söz eden ayetler okuyarak, bu durumun çok önceden haber verildiğini belirmeye uğraşırlardı.

Bugünkü görüşüme göre selamlığın en hoş tarafı konuşmak, fikir savunmak, sohbeti sürdürmek için hiç kimsenin sistemli bir çaba harcamayışıydı. Söylenecek söz bitmiş gibi gözü künce kimisi sigara sarmaya öteki nargilesini hoturdatnıaya devam eder. Bazıları da bu dumanlı sessizlik havası içinde hafif tertip kestirirdi. Derken birisinin hatırına bir şey gelir ve ortaya bir söz atardı. İlginç görülürse, bir di geri karşılık verir ve tekrar sohbet canlanmaya başlardı. Bazan bu ufak tefek uyarmalara aldırış edilmediği ve uyku iyice bastırıncaya kadar, biribirinin varlığına bilinçli olmakla yetinilir ve nihayet çözülme saati gelir çatardı.

Çocukluğumun unutulması zor anıları dedemin selamlığı ile ilişkilidir. Yıl oniki ay her akşam ezandan sonra selâmlığın devamlı müşterileri biri biri arkası sıra sökün ekmeğe başlardı. Onları yokuştaki ayak sesleri, merdivenleri tırmanışlarından, yüzlerini görmeden de ayırt edebilmek mümkündü. Güceylioğlu Ekmekçi hocanın akkazesinin tıkırtısı ve iri, semiz vücudunu kaldırmak için harcadığı fosurtuları kapıdan gözükmesinden hayli önce duymaya başlardık. Dedemin küçük kardeşi Ahmet efendi genellikle ilk gelenler arasında olurdu ve tıknaz vücuduna yakışan bir çeviklikle yürürdü. Anne tarafından dedem Güceylioğlu Lütfi efendinin yürüyüşü de kendisi gibi sessizdi, kapının önünde birdenbire belirir ve nereden çıktığına şaşardınız. Hâkim Bilâl efendi, Elbeğlioğlu Ali efendi, Arpacı Duran ağa ve daha hetırlıyamadığım ötekilerin de yüzleri kadar seçkin yürüyüşü ve giriş üslûpları vardı Selamlık odasının sofaya açılan kapısından girince karşıda, eski üslup yazıhanenin üzerinde diziyle çeşit, çeşit nargileler dururdu. Sağa doğru yayılan odanın etrafı boydan boya büyük yastıklı sedirlerle çevriliydi. Dedem Mazlum efendi çokluk müşterilerden bir ikisi geldikten sonra gözükür, Nargile masasına bitişik olan köşesine oturur, yeni doldurduğu tönbeki kesesini seslenerek haci Arab’a uzatırdı Sedirin ona en yakın olan kısmını Elbeğlioğlu tercih eder. En yukarı başın bir ucunu hakim Bilal efendi tutardı. Bağdaş kurup yırtmaçlı entarileri içinde alabildiğine yaslanıp yayılan bu zümre içinde ayakları yerde tecrübeli ve edepli bir devlet memuru gibi dayanmadan dimdik otururdu Bilal efendi. Baş köşenin yanı heybetli ekmekçi hocanındı. O sıkletinden minderi iyice çukurlaşmış mutad yerine iyice yayılır ve bir dizini dikerek bağdaş kurardı. Sedirin kapıya en yakın olan öte ki ucuna da, biz çocukların (Kemani) dediğimiz, sıska, iri gırtlaktı, eğri burunlu, iri beyaz sarığı altında ezilmiş gözüken bir öğretmen otururdu. Yaz kış şemsiyesini elinden hiç eksik etmez ve sedirin hemen yanındaki koluna asar arada bir de yerinde mi diye yoklardı. Galiba ince, cırlak sesi yüzünden ona (kemani) derdik.

Selâmlar ve aleykümselâmlar alınıp verilip hatır sorulduktan sonra havadan sudan söz edilir, mevsimine göre mahsul, ucuzluk pahalılık siyasî, askeri havadisler sohbet konusu olurdu. Konuşacam şeyler bitmiş gibi gözükünce de, haci Arab’ın hazırlayıp tiryakilerinin önüne yerleştirdiği nargilelerin lukluku ile, sık sık tazelenen kahvenin höpürtü sünden başka bir şey duyulmazdı. O zaman odanın manzarası, yaşayan bir topluluk olmaktan çok muşamba üzerine aktarılmış renkli bir duvar tablosunu andırdı.

Selâmlık şöyle böyle ayda bir tam kadro ile toplanırdı. O zaman sedirler de yer kalmaz, pencere tarafından sandalyeler eklenirdi. Bugünün özelliği posta günü oluşuydu.

(Devam edecek)