Darvin, tabiat bilimleri ile ilişiğin bir yasa koymuştur: Değişen tabiat şartlarına uyabilecek güç ve nitelikte olan canlılar varlıklarını korur, ürer ve tekâmül ederler. Buna karşılık bu yeterlikte olmuyanlar kırılıp inkiraz bulurlar.

İşte böylece tarih öncesinin mamot, atlantizür, brontezür gibi varlık ve türleri ortadan kalkmış onların yerine çağımızın tabiat şartları içinde tutunmaya elverişli türler tutunup tekâmül etmişlerdir.

Birey ve tür olarak her türlü canlılar hakkında doğruluğu kabul edilen bu yasayı, insan gruplarının yarattığı şehirler ve hayatlarına da uygulamak yanlış olmaz: Politik, ekonomik ve genel olarak kültürel şartların elverişli olduğu bölgelerde başlayan gurup hayatı gelişip köyleşme, kasabalaşma ve şehirleşme fırsatını bulur. Bu genişleme, kökleşmeye elverişli olan sürekli şartlar altında olursa şehrin kurumlan ihtisaslaşmaya, artmaya ve şahsiyet kazanmaya fırsat bulabilir. Yok gelip geçici ise, önce duraklama, sonra küçülüp yok olma baş gösterir. Bunların en güzel örneğini zengin maden cevherleri ve diğer tabiî kaynakların bulunduğu yerlerde başlayıp hızla serpilen ve şehirleşen, fakat çok geçmeden (hortlak kasaba) durumuna düşüp boşalan Amerikan şehirlerinde görebiliriz.

Osmanlı imparatorluğu yıkılıp, daha dar bir sınır içinde cumhuriyet kurulunca yeni sınır boyları üzerine düşen şehir ve kasabalarımızdan çoğu bu tehlikeye düştüler. Bir kısmının gelişimi durakladı. Bir kısmı ise geriye gitmeye, boşalmaya ve hortlaklaşmaya yüz tuttular.

Bağımsızlık Savaşından sonra bu tehlike ile en fazla yüz yüze olan şehirlerden birisi de Gaziantep’ti:

İmparatorluk devrinde Antep, ana kervan yollarından birinin üzerindeydi. Bütün Doğu, Güneydoğu ve hatta bir kısım Orta Anadolu bölgelerinin ürünleri bu yoldan dışarı gider ve gene aynı yoldan yurda girerdi. Bundan başka o devirde Antep yalnız geniş bir kervansaray değil, aynı zamanda küçük sanatları ve ticareti hayli gelişkin bir merkezdi. Keçehaneden başlayıp, Kalealtı, Bedesten, Uzun Çarşı, Kazancı Pazarı, Kavaf çarşısı yolu ile Arasa ve Belediye hanı civarına kadar uzanan geniş bir imalât, alım-satım bölgesi vardı. Bu uzun çizgi üzerinde yirmiye yakın han, dört bedesten, yarım düzineye yakın masmana, bir o kadar hamam ve binlerle dükkân sıralanmıştı Bunların arasında serpiştirilmiş kebapçı, helvacı, leblebici ve şekercilerle sayısını ancak tanrının bildiği bir sürü kahve her yaştakiler için çok çekici bir tablo yaratırdı. Bugün bile şöyle eski yıllara doğru kayıp gidince duyu organlarımda o yılların izlenimleri yeniden canlanmaya yüz tutar: Tabakhaneden geçerken genzinize keskin ve ekşi bir havcar kokusu çarpardı. Keçehanede kulaklarınızı hallaç yaylarının zıngırtısı titretirken burnunuzda tozlu bir kıl kokusu ile tıkanırdı: Dükkân kepenklerinde boy boy renk renk hayvan yularları, yem torbaları, kolanlar silecekler, kıl çuvallar asılı dururdu. Bedesten’de ham deri kokusundan hemen öteki kapısının bitişiğindeki Tütün hanındaki Haşan Keyf tütünlerinden genziniz tıkanırdı. Fakat Saraçlar çarşısını geçip İki Kapılı hanla birlikte Uzun çarşıya girince göz ve burun için özel bir ziyafet başlardı: Güllü’nün îmam’ın dükkânlarından kebap rayihaları, fırın ve kâhkecilerden pişgin hamur kokusu, Lebleblebici Said’in dükkânından kavrulmuş nohut ve çekirdekler zengin bir koku poporisi yaratırdı. Buna Güdül’ün cartlak kebabını, aktar dükkânlarının baharat kokusu ile, helvacıların küsbe ve susam kokusunu da eklemeyi unutmamalı. Çocukken ele geçirebildiğimiz gümüş bir elli para ile bu mide cennetinde şaşkına dönerdik. Paramızı ya hemen yokuşun ağzındaki Sait ustanın leblebi merengişlerine yatırır, sonra kahkeler, helva ve baklavalar önünde yalanır yutkunurduk. Yahut da balta olacak aşina bir yetişkin araştırır, ona kesenin ağzını açtırmaya çabalardık. Fakat buranın asıl keyfini büyükler çıkarırdı: Harmandan harmana mahsul toplamaya gitmekten başka önemli bir işi olmayan toprak ağaları, dükkân ve ticarethanelerini ya bir çocuğa veya kediye emanet eden esnaf ve tüccarlar han kapılarının serin aralıklarına kürsüleri, kamış hasırları atarlardı. Nargileler, sigaralar, kahveler habire gelir. Biraz iş güç yapılır, bir çok laf ve dedikodu edilir ve daima çarşının gedikli delisi veya delişmenine takılınır gönül eğlendirilirdi Derken Alidola’da öğle ezanı başlayınca, bir kaçı gayret gösterip evlerinin yokuşunu tutardı. Fakat çoğu kebapçı ya kebap, furuna lahmacın söyletir, baklavalar yenip karlı ayranlar içildikten sonra herkes serilip sızacak bir köşe bulmaya girişirdi. Hele Uzun Çarşının hanları, küçük bir çocuk için Binbir gece masallarından bir parçaydı: Her gün buralarda düzinelerle güçlü katırlara denkler yüklenir, şafak sökmeden yola dökülürlerdi. Bunların çıngırak sesleri ile kıvırcık karanlıkta uyandığım çok olmuştur: Bazısı Halep bir kısmı Besni-Malatya veya Urfa, Maraş yollarına dökülürdü. Akşamın alaca karanlığında da dönen kervanların yorgun ayak sesleri ve dermanı azalmış çıngırakları duyulurdu. Bunları gördükçe her dengin içinde Hint dibası mı, Baberşahın seccadesi mi var diye merak ederdim.

Kazancı Pazarı başka bir dünyaydı: Senenin sıcak aylarında yazlıkta yattığımız günler, hemen her gün buradan yükselen yüzlerce çekiç sesinin takırtısı ile uyanırdım. Burada boy boy tepsiler, kazanlar, badıyalar, taslar dövülüp şekil alır, kalaylanırdı. Oradan kavaf pazarının üstü hasır kaplı loşluğu içine girince ferahlardık, allı, sarılı, morlu yemeniler ve postalların gülümsiyen renkleri iç açardı. Çocukları en çok ilgilendiren Fışfış Kastel üstündeki Hacivatcı Vakas’ın kahvesiydi. Ramazan ve bayramlarda bu kahvenin önü ve içi, her boydan bir kalabalıkla mahşer yeri gibi olurdu İçeriye girebilen bahtiyarlar bir gözleri ile karagöz perdesinin kandilini, öteki ile tavandan aşağı kalın iki iple inen barfika salıncağı süzerdi. Sabırsız tepinme ve ıslıklardan sonra Vakas penbe boy fanile libası, pala bıyıkları, kat kat ensesi ile arzı endam edince kendimizden geçerdik. Önce salıncağa tırmanır gittikçe artan bir hızla sallandıktan sonra hiç beklenmedik bir anda (Haliop) diye bir nara savurup ayaklarını ipe sarar ve baş aşağı sallanmaya devam ederdi. O zamanlar dünyanın en karışık ve en zor bir marifeti gelirdi bu bize.

Arasa’nın mihrak noktası Kadı Kasteliydi: Köy yollarının tozlarını toplıyan yükcülerin yüzü burada yıkanır, susuzlukları burada giderdi. Onların yanı başında eşek ve beygirleri kana kana burunlarını suya burada gömerdi. Boşalan meyva mahraları burada yıkanırdı Hatta Birinci Dünya savaşı içinde şehrin tek basılı ajans haberlerini, siyah fesli bir ermeni, bunun kenarına çıkıp satardı: önce (Ey cemaat korkmayın, sıkılmayın .. asayiş berkemaldir) diye bir giriş yaptıktan sonra (Zaferi Nihaiye) doğru giden ordularımızın son başarıları ile ilişgin havadislerin başlıklarını okur, büyük, küçük etrafına geniş bir halka yapar ve dinlerdi.

Bu canlı iş ve üretim hayatının o zaman bir özelliği vardı: Küçük sanatların hemen tamamı ile ticaretin önemli bir kısmı Ermeni azınlığın elindeydi. Türkler daha çok ya çiftçi ve toprak ağası veya belirli işlerin esnaflığı ile uğraşırdı Antep savaşı bitip, bizi arkadan hançerlemeye kalkan Ermeniler sınır dışı edilince, ortada hemen hemen yarı harap bir hortlak şehir kalmıştı:

Kazancı pazarı, kuyumcular, kunduracılar, furunların büyük kısmı, han ve ticarethaneler, sesini kaybeden ölü çarşılar haline girmişti. Yapı ustalarının büyük kısmı da Ermeni olduğu için yıkılan şehri yeniden kurabilmek ümidi güçlü değildi. Bu aylarda tek bakırcı çekici sesi duymak mümkün değildi. Kuyu kovası ve taharet ibriğini Halep’e sipariş edenler olurdu. O yıllarda Antepliler ve Anteb’I sevenlerin yüreğindeki üzüntü, kuruyup büzüşmeye ve sonunda yok olmaya mahkûm bir sınır şehrinin hayaliydi.

Fakat ne oldu, nasıl oldu izahı kolay değildir: Yıkıntılar kaldırılıp harabeler yeniden şenelmeye, borlaşıp yabanileşen bağların yerine yenileri dikilmiye başladı. Daha çok önemlisi etraftan çekiç, mekik, destere sesleri tekrar yükselmeye başladı. Önemli ve sarsıntılı bir hastalığı silkip atan genç bir vücut gibi yeniden şehrin yanakları penbeleşmeye, kol ve bacak kaslarına güç yürümeye başladı. Bugün kırk yıllık bir fasıla ile, önemli bir devlet yatırımı olmadan Gaziantep; üretim, ticaret ve kültür hayatı yönlerinden eskisinden daha gelişmiş ve canlı bir varlık haline gelmiştir. Bu sınavı geçiren nice sınır şehirlerimiz halâ değişen şartların köreltici etkisi altında kıvranırken Antep ve Antepliler yeni, daha kıvançlı ve verimli bir geleceğe doğru inançla yürümektedirler.

Dr. Mitat ENÇ