Bundan 4 yıl önce 14 Kasım 1967’de Üstad Zeki Savcı aramızdan ayrılmıştı.

Cumhuriyetin ilanı, saltanat ve Ayan meclisinin ortadan kaldırılması üzerine Ayan azası olmakla açıkta kalan, bir gezi nedeniyle bulunduğu Viyana’da zor duruma düşen Ulu şair Abdülhak Hamit Tarhan için (Unutulan Dahi, başlıklı bir fıkra yazan Rahmetli İsmail) Habib Sevük’ün bu yazısında şöyle bir tümce var:

‘’Eğer batı dillerine bütün ruhu saklı tutularak çevrilseydi (Huğo) nun saydığı ölümsüz yapıtlar arasında sayılacağına inandığım Makber’de şöyle bir beyit var.

Bu tümçeyi (Eğer makber bütün ruhu saklı tutularak batı dillerine çevrilseydi Huğo’nun savdığı ölümsüz şairler arasında Abdülhak Hamit de bulunurdu) olarak da söyleyebiliriz.

Ben de büyük şair Zeki Savcı için şöyle diyorum:

-Eğer bütün şiirleri yetkili bir eleştirici tarafından okunup değerlendirilseydi, 20’ci yüzyıl şairlerini ünlüleri içinde Zeki Savcı’da rahatça yer alırdı.

Birbirlerinden güzel ve başarılı şiirlerini kendi sağlığında bir kitap içinde toplamadı, yayınlatmadı. Buna büyük tevazuu engel oldu. Şimdide varislerin ihmalleri.

Benim korktuğum kendi el yazısı ile bir kaç defterde bir araya toplanmış bulunan bu güzelim şiirlerin bir kazaya kurban gitmesidir. Gerek Gaziantep’te gerek başka yerlerde nice şairler bu acı sonuca uğramışlardır, örnek olarak Gaziantep şairlerinden Nuri Mehmet Paşa’yı Abdülnafi Efendiyi, Menşuri Halil Baha’yı, Hiyami zade Şevket Efendiyi örnek gösterebiliriz, ilk üçünün divanları kaybolmuş, sonuncununki de oğlu Avukat Halil Fevzi Sayın’nın Beşiktaşta’ki evinin yanmasıyla yok olmuştur.

Rahmetli Üstadın bundan 39 yıl önce yazdığı, köyün köylünün o zaman ve daha eskiden ne durumda olduğunubelirten bir destanını aşağıya alıyorum:

EKİNCİ DESTANI

Ne büyük belâdır şu ekincilik

Bırakıp kaçması ar gelir sana.

Her zaman züğürtlük hep dilencilik

El açıp gezmesi kâr gelir sana

Harmanı elinden el alır gider

Samanı yerinden yel alır gider

Bağını bahçeni sel alır gider

Karpuzun keleği nar gelir sana.

Bir avuç bulgurla bir çuval unluk

Koydunmu içeri bitti yoksulluk

Devlete eyvallah, mevlaya kulluk

Samanlık köşesi şar gelir sana.

Bir topal merkeple bir aksak inek.

Bir aba, bir postal, bir don, bir gömlek,

Buldun mu bir kaşık ayranla ekmek.

Allahın yazısı dar gelir sana.

Çekilmez azabın, çobanın kahrı.

Rüyada görürsün her gece şehri.

Talihin kurutur bir koca nehri.

Kanını içersin kar gelir sana.

Borçlusun gökteki uçan kuşlara.

Kimseler inanmaz, sana beş para.

Kapanmaz bağrında kanayan yara

Gün olur canın da bar gelir sana.

Düştün mü dostun da tutmaz elini

Dinleyen bulunmaz derdi-i serini.

Satılsa soyarlar belki derini.

Yinede düşmanın yar gelir sana.

Bankaya mal koyup borca girersin.

Aşkına sevkına harcayıp yersin,

İnşallah bu sene veririm dersin.

Kırk yılda bir defa zar gelir sana

Yazmakla tükenmez hazin macera.

Bir yandan tahsildar, bir yandan icra.

Çekersin çaresiz kazaya rıza.

Jandarma Çavuşu çar gelir sana.

Beşgöz: 18. 9. 1932

Önce bastık küfürü, sonra el açtık batıya

Suya düştü dolar aşkıyla vatan manfiatı

Ne ölen kaldı, ne taksim diye bas bas bağıran,

Kaldı, radyoda her akşam bize kıbrıs saatı.

Bu ilginç kıtayı yazan ünlü şairimiz Zeki Savcı öleli dört yıl oldu. Bugün de, onu dün kaybetmiş gibi ölümünün acısı içimizde buram buram tütüyor. Diyoruz ki ne olur ölmeden önce şiirlerini bastırsaydı, eleştiricilere gerçek değerini bütün memleket yüzeyine tanıtmak olanağını bağışlasaydı. Gerçi yerli gazetelerimizde birçok parçaları yayınlanmıştır Fakat herhangi bir gereksime vaktinde bu parçalardan istediğimizi arayıp bulmak zor oluyor veya hiç bulamıyoruz. Halbuki bunlar bir kitap halinde bir araya toplanmış bulunsaydı, hakkında yazacaklarımız konuşacaklarımız daha yeterli ve daha başka olacaktı. Varisleri şiirlerini ne bastırırlar, ne de bastıracak kimse ve kuruluşlara olanak tanırlar. Böylece kendilerinin kadar bir dostu, bir hemşerisi olarak bizimde delillere dayanacak öğünme payımızı elimizden alıyorlar.

Onu rahmetle anmak ve andırmak için yazdığım bu fıkraya bir anıtında konu yapmak istedim.

Bundan tam 31 yıl önceydi. Bütün dünya kan ve barut kokuyordu. Böyle bir günde ben de yedek asteğmen olarak Kırklareli Müstahkem mevkiini korumakla görevli ağır makinalı tüfek alayının iaşe subayı olarak bulunuyordum. Mevsim bahar başlarıydı. Birgün tek başıma oturduğum evde (Dairsıla) bütün acılığıyte üstüme çöktü, Antep gözlerimde tütüyordu. Başta Ali Nadir Ünler ve Ali Budak’ın bulundukları bir arkadaş gurubu gözlerimin önüne geldi. Kavaklıkta sahrede idiler. Kimi sofrayı hazırlıyor, kimi ateşi yakmakta kimi keme ayıklamakta idi. Bunun üzerine kâğıt kaleme sarılıp Ali Nadir Ünler’e bir mektup yazdım. Mektuba birde şiircik ekledim. Her ikisi de hayal ve duygularımı belirtmeğe çalışıyordu. Aradan on gün geçmemişti. Mektubumun karşılığını aldım. İçinde rahmetli şairin aşağıya alacağım güzel şiiri de bulunuyordu. Birkaç gün sonra mektuba ve şiire yazdığım karşılıkları postaladım.

YEŞİL KÖŞKTE BİR ALEM

Mektubunu gördüm acıdım doğrusu

Emrak Her cümleye virgül gibi konmuştu sarımsak

Her cümlede bir tuzlu kebap lezzeti vardı.

Her cümle sarımsaklı kebap gibi kokardı.

Hülyanı senin namına tasvir edeyim ben

Hasret ile yutkun o geçen günlere dur sen.

Bir bağ evi sahrasına gitmiştik uşaklar.

Dolmuş mezeler yağlıya, ceplerde topaklar.

Çok diş bileyorduk o günün zevkine yolda

Yaran ile, meyle yola düş, koşma sen ol da.

Bir defa basardık yere hep on sıçrardık

Bir göz yumup açmazdan evvel menzile vardık

Kollar sıvanıp kuş gibi işler başarıldı.

Herkes işinin kulpuna dört elle sarıldı.

Bir yanda keme, yıkanıp et doğranıyordu.

Mangalda Kömür ortada çıt, çıt yanıyordu.

Saplandı kebap şişlere, ateş de kızardı,

İş bitti deyen sofranın etrafını sardı.

Bir lengeri piyazla, cacık, leblebi, fıstık.

Süslendi masa, değdi kadehler yere, tık, tık.

Şakir hocanın dişleri cak çak zili çaldı.

Meclis o günün zevkine bir ders gibi daldı,

«Kertik» toprağa yumruğu yallah deye vurdu,

Abdullah ona Kâhyalı’nın aslını sordu.

Cümbüştü akord yok idi, «Patpat» vuruyorduk.

Ellerde duran boş gadehi dolduruyorduk.

Kuyruk eriyip ateşe düştükçe, cızırtı

Arttıkça içenlerde de artmıştı vızırtı

Parparlama bir şiş olarak geldik ocaktan,

İlk hamlede parmaklarımız yandı sıcaktan.

Saz başladı “Al sazı ele” şarkısı coştu

Hep böyle geçen günlerimiz ah ne hoştu.

Sen böylesi sahrayı hayalinde yaşatma.

Sor bir de bize dalgamıza bari taş atma

Yavrum bize de nazlı vatan gurbete döndü

Yaran dağılıp gönlümüzün kandili söndü

Hiç var mı gören böylesi hicran baharı.

Şebnem verine gülleri hep kanlı baharı

Bağlar bozulup solmada gülşendeki güller.

Nergis gibi kan ağlamakda dertli gönüller

Biz şimdi perişan gezeriz meykedemiz yok.

Hep zehir içeriz dest-i felekte mezemiz yok.

Sen “Kırklareli’nde” yaşa dem sür perilerle,

Bizler çilemiz dolduralım evdekilerle.

Zeki SAVCI (5 Mart 1940- BEŞGÖZ)

ÜSTAT ZEKİ SAVCI’YA CEVAP

Pek öyle değildir sevgilii üstat! ne peri var.

Ne bezmi ehibba ne de zevkin eseri var.

Kırklareli'nin şimdi tüten kaç evi kaldı.

Herkes bırakıp lanesini gurbete daldı.

Bir türeb huşuy ile durur yaslı konaklar.

Sessizliğin ağuşuna yaslandı sokaklar.

Dağlarda nihan oldu beyaz donlu çobanlar.

Bülbül yerine bahçede baykuş sesi banlar.

Güllükleri boş, gülleri hep hare bürünmüş,

Çevremde cisimler sanırım zare bürünmüş.

Hiç duymamışım böyle hazan yüzlü baharı

Hiç görmemişim böyle elem gözlü baharı.

Maziyi tahussürle anıp durmayıp hep

Bir saz sesi duydum mu göğüs vurmadayıp hep

Her bağ evi hicranımı eyler iki misli

Her çay başı bir hîs doğurur benae yeisli.

Zanneyleme hiç zevk ile dolgun geçiyor gün

Tekrarını göstermeye hak böyle bir ömrün

Cemı̇l Cahı̇t GÜZELBEY