(Sayfa 80 den devam)

O zaman aramak ihtiyacını duydum; Acaba bizde “yeni felsefe” diyebileceğimiz, Tanzimattan bu yana geldiğimiz vakit ise skolastik felsefeden, eski islami medrese telakkisinden o vasfı verdiğimiz diğer telakkilerden ayrı, zihniyetiyle batıya dönmüş bir felsefi fikir kategerisine vasfını veren yeni bir düşünüşün izi nereden başlar?” diye düşündüm, Gayet tabii olarak burada bize en çok yol gösterici, fikir tarihleri, maarif tarihleri olacaktı. Yazık ki fikir tarihlerimiz de büyük bir yoksulluk içinde idi. Yalnız, son yıllarda, aşağı yukarı belki on yıldan beri, burada kendi lerini görmüş olmakla büyük bir iftihar ve şeref duyduğum, çok kıymetli Osman Nuri Ergin ûstâdımızm çalışmalarıyla yolumuzda bize rehber olacak eser bulabildik, bu izlerde fikir adamlarımızı aramak hevesine düştük. Bu günden geriye doğru giderken iz iz, adım kıymetleri tanımağa çalışırken ilk defa biraz önce ismini andığım İzzet Bey, üzerinde hassasiyyetle durmamı icab ettiren mevzu teşkil etti. Onun fikirleri, onun şahsı üniversel bir mevzu olabilirmi diye düşündüm; bir tez olabilir mi diye kendimi zorladım. Bu tezi yaptım. 1947’de Üniversitede doktora tezi olarak İzzet Bey’i yazdım. Fakat gariptir ki İzzet Bey hakkında yaptığım bu tez bir yenilik yapmadı; Anladım ki biz bir garip kompleksin içindeyiz. Kendimizde olanları bir fikir konusu olarak ortaya atmak, onlardan doktora tezi yazmak nedense bir nevi zoraki bir iş, bir gayretkeşlik, biraz da bana tevcih edildiği gibi “iş güzarlık” telakki ediliyordu. Bu itibarla bu kıymetli insanın hayatı, şahsiyeti, hatta eserleri üzerinde taker taker çalışıp vücuda getirdiğim tez üniversitenin arşivinde de hatta tutunamadı gaip oldu, çıkamadı, hava bulamadı ve nihayet bu eser benimle birlikte bir kenara atıldı. Bu bende o zaman bir mes’ele oldu, “Niçin böyleyiz” dedim. “Niçin böyleyiz, acaba fikirleriyle, felsefeleriyle gümbür gümbür atıvermiş insanlar fikir bakımından çok mu farklı idi” Akılları mı başka şekil de idi, vücudları mı başka âlemden gelmiştir? “Onlar bu toprakların insanı değil mi; onlar bizim havamzı teneffüs etmiyorlar mı; bizim gibi yaşamıyorlar mı, bizim gibi düşünmüyorlar mı? “Hepsi bende ayrı ayrı soru teşkil etti. Çünki hakikatın bütün heyecanımla, bütün kalbimle üzerinde durduğum böyle bir mevzunun sadece titre bahşetmekten başka hiç bir istifadeye nail olmayışı, bir akis uyandırmayışı; maalesef, ismini her zaman rahmetli yad ettiğimiz çok kıymetli Adnan Adıvar’ın bile iltifat eder gibi biraz da rencide ettiği sîzleri hatırlıyorum. "Başka mevzuu yok mu idi doktara tezi için; İzzet Bey’i çok severim amma doktora tezi teşkil edecek de rinliği olduğuna kani değilim.” deyişini unutamıyorum.

Sizi fazla meşgul etmeyeyim, bu çalışmam bende yeni bir ufuk açtı. Yeni bir ışınma, aydınlık kaynama oldu. Îbtidâî ılınma feyizli ve verimli hale girdi. İşte ondan sonra kendimizi anlamak ihtiyacını duyduk bir memlekette ilmin olabilmesi için o memlekette esaslı felsefi temelin yerleşebilmesi lâzımdır. Hazır ilimle geçinmek ilim yapmak değil ilim satmaktır. Biz aşağı yukarı, asırlarca ilim sattık, zengin piyasalar teşkil ettik, çok güzel mübâdale vasıtaları meydana getirdik; fakat ilim yadmadığımız için de ilim müesseselerini yaşatamadık. Memleketimizde her nevi müess eselerin hâlâ bu gün bile rahat rahat yaşa yabildiği; her nev’i te’sislerin devlet koluyla olsun, devlet dışı olsun pek çok yardımlarla geliştiği ma’lum olduğu halde ilim müesseselerinin bilhassa serbest ilim araştırmasına dayanan ilmi müesseslerin kendine bir atmosfer bir hava bir yaşama hakkı bulamamış olması başlı başına mes’ele teşkil eder, ediyor. Bu bakımada benim için İzzet Bey’den daha derine gitmek, mağdur, ihmale uğramış mağduriyetlerinin içinde hakikaten günahını çektirdiğimiz unutulmuş, atılmış insanların ortaya çıkmasını sağlamak ihtiyacı vazifesi hissi ile karıştı.

İşte böyle bir hisle çıktığım az çok nankör bir fikir seyahatinde büyüklerimizin kıy-

(devam edecek)