(Sayfa 101 devam)

metli, devamlı aydınlıkları içinde Münif Paşa ile karşılaştım. Sahaflarda bir gün elime Mecmûa-i Fünun geçmişti. Karıştırırken Hükemâ-yı Yunaniyyun makalesi gözüme ilişti. Tarihine baktım 1279 bu güne vuracak olursak 1850-1860 bundan tam yüz sene evvel benim rastladığım zamandan 30 sene önce. Yunan hakimlerinden bahs etmek benim kafamda istifhamlara yol açtı. Okudum, okuduğum zaman anladımki bu sadece bir tesâdüfle Münif Efendinin eline geçmiş değil. Hayır. Münif Efendi hukema-yı Yunaniyyunu söyleterek devri çok ileri hakikatleri ileri sürmekte idi. Meselâ bunlar içerisinde Solon’a ait uzun bir bahis, hayatı ve söyledikleri şeyler beni uzun uzun düşündürdü. Arada, nerden istifâde edip etmeyeceğimi de araştırdım; gördüm ki gayet güzel kaynakları ele almıştır. Halbuki yakın zamanlara kadar felsefe tercümenleri biliriz; onlar üçüncü, dördüncü, beşinci elden posası çıkmış bir takım kaynaklardan devşirme, hakikaten cevheri, özü kaybolmuş, ses vermeden klişe fikirler halindedir. Fakat Münif Efendi’nin imzasını taşıyan makâlenin ihtiva ettiği Yunan filozofları için nereden istifade edilmişti diye merak edince elde tutulan felsefe tarihlerinin en yenilerinden başlanıp en eskilerine doğru gidince gördüm ki felsefe tarihlerinin çoğuna kaynaklık etmiş bulunan Laertzi Diongeis’in “Filozofların Hayatı ve Doktrinleri” adlı yaihen en eski eserini me’haz almıştır. Fakat asıl iyi tarafı aynen bunu aklatmatip Hukemâ-tı Yunaniyyunun enterasan fikirlerini almış olmasıdır. Aralarında önce içtimai fikirler, sonra ahlâki karekterleri ifade eden kanaatler, kaideler görülüyor. Siyasi fikirlerde var. Meselâ: Demokrit’ten, Biaustan bahsederken, Solon’dan bahs ederken aslını nakl etmiş olmakla beraber öyle seçkin tarafların alıyor ki 30 yaşında bir insanın içtimai kanaat ve siyasi tefekkürle cemiyyete bir şeyler söylediği belli oluyor. İşte ben Münif Paşayı bu ucundan aldım; fikir tarihimizin kaynağını buldum.

O devirden bu yana Türk felsefe tefekkürünü işleyen şahısların aranması lâzım gelirken Münif Paşa üzerinde dururdum. O devri bu mevzu etrafında sistemize ederek gözden geçirdim, nihâyet Münif Paşa problemi kendini gösterdi.

Abdülmecid’in son yıllarında Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmaniyye teşekkülünde Münif Paşa ön ayak olmuş yahut arka ayak olmuştur; fakat bugün ancak düşündüğümüz durumu yaratmış, hür tefekkürü, hür ilmi te’min edecek şartları ortaya koymuştur. Mecmuâ-i Fünûn adlı makalesinde “Mukayese-i Ilm ü Cehl” adlı yazısiyle o zaman için çok şâyân-ı dikkat olacak öyle tefekkür bina etmiştirki yakın zamana kadar ifâdesini bulmakta biraz güçlük çekeceğiz. Bu fikirlerin başlıcaları şudur: İlmin tabii yaradılıştan gelme mevhibe olduğu cehlin ise bir nevi hayvanlık sayılacağını aksiyon halinde ortaya koyan Münif Paşa aradaki büyük farkı belirtirken gâyet dikkate değer bir ölçü kullanmıştır; o da şudur. İlim her şeyden evvel bâtıl fikirlerden ve prejüjelerden kafamızda köklenmiş, kör bir inanışla sürüklenip gelmiş prejüjelerden kurtulmak olduğunu söylemiş olmasıdır. “Âlim olan zât hükümetin nüfusunu, ululemre itâat hakkında olan vâcibât-ı diniyye ve ahlâkkiyyeyi bilebildiğinden, ilim hâşâ erbâb-ı hükümeti ızlâl ve nüfûzlarını ihlâl etmez fakat zulm ve isafın, i’tikadat-ı batılanın hasm-ı cânıdır”.

Münif Efendi’nin bir endişesi vardır; Cemiyyet-i İlmiyye’yi kurarken her şeyden evvel bir teahhüt altına girmiştir, bu teahhüt “mesail-i diniyyeden, mesâil-i politikiyyeden bahs etmemektir. Fakat her iki teahhüde karşı Münif Efendinin bir devreyi iztırab ve üzüntüsü vardı. Bir ilim ki icabında dini meseleleri ilim gözüyle alamasa, icabında ictimâi ve siyasi mes’elelere giremese o ilmin hayat sâhası boş bir edebiyyat havası içinde pervaz etmekten ibârettir. Ve bu üzüntüyü ifade etmiştir.

Onun için boşluğu doldurmak üzere bir taraftan efkâr-ı bâtılanın, i’tikâdâtt-i batılanın-i’tikâdât-ı diniyyenin değil- ilmi düşünüşe, hür düşünüşe karşı nasıl bir sed çekeceği hakkında korku izhâr ederken bir tarafdan da devrin ve sonraki devirlerin siyâsi ve ictimâi mes’elelerini incelemek ihtiyacınıda ifâde etmekten geri durmamıştır. Aynı Mecmûa meşhur “Felemak” tercümesinden hikmetler seçerek söylemiş olması ve seçerken nasıl ana fikirler üzerinde durduğuna dikkat etmek kanaatimizi takviye eder. O devrin, ondan sonraki devrin, ondan sonraki devrin, gâyet can alıcı noktalarına dokunan hükümlerdir bunlar. Kötü idârenin mes’ûliyyeti kime âittir:

Cehâlete âittir. Bu cehâleti cem’iyyet için en korkunç, çekilmez hale getirmiş olan ikinci kuvveten biri: Cehâleti istismar eden saltanat kuvvetidir, hükümdarlardır. Hükümdarın şahsı iyi olursa memleket mes’ût olabilir. Fakat çok def’a hükümdarları kullan geldiği, memleketin cehaletidir. Telemak’ın –Fenelon’un şimdi tahliline girmiyeceğimiz eseri- zamanında bir prensip telkin ettiğini düşenecek olursak tercümesinde Yusuf Paşa’nın böyle bir kanâate bağlı olup olmadığını münakaşa etmeyiz amma Münif Paşa’ın kasdı meydandadır.

Hulasa-i kelâm Paşa benim için bir filozof karekterli görünmüştür. Bu karekterin felsefi tip olarak her filozofta gördüğümüz vasıfları şunlardır: Devrin ve içinde bulunduğu cem’iyyetin batıl te’sirlerini ve geri düşüncelerini müstakil kılmak cesâret-i medeniyyeyi sahip olmakla te’min edilemeyeceğinden. Münif Paşa ve onun gibi olanların ihtiyâcı bir ilim cem’iyyeti kurmaktı. Bu ihtiyaç, bizi akademiler tarihinde karşılaştığımız ihtiyâcın aynına götürüyor. XV inci asırdan XVIII inci asra kadar İtalya’dan İngiltere ve Fransa ya oradan muhtelif memleketlere sıçramış bu akademi te’sislerinin ruhunda o ihtiyaç vardı. Fikrin hürriyetini kurtarmak, ilmin hürriyetini kurtarmak, san’atı müdâfaa etmek ihtiyacı.

Demek ki yüz sene evvel, Abdülhamid’in son zamanlarına tesâdüf eden Mecmua-i fünun ile ancak Abdülaziz’ia ilk yıllarında kendini ortaya koymuş bu teşebbüs çok şâyân-ı dikkat bir fikir noktası teşkil etmekte, fikir tarihimiz en şayân-ı dikkat dönüm noktasını işaret etmektedir. Bununla beraber, yine biliyoruz ki bu mucizevi bir hareket değildir. Memlekette zaman zaman, kelimenin öz ma’nâsiyle, fikir hayatına, fikir selâmetinde salâbetine, ilmî vekâra sahibi şahsiyetlerin cem’iyyet teşkîl ihtiyaçları görülmüştür. Teşkîlât-ı Mearif eserinden biliyoruz ki 1825 da Beşiktaş Cemiyyet-i İlmiyyesi nâmı altında bir cemiyet görülüyor. Fakat hepsi kör sınıfların nâdânlıkları ve bu cehâleti kendisine dâima bir râbıta-i saltanat yapmış olan o zamanki devletin müvesvis tavrıdır. Meselâ Beşiktaş Cem’iyyet-i İlmiyesinde bulunan Ferruh Efendi (felsefe adamı), Şânîzâde (tarihçi), gibi adamlar “bektâşîlikle” suçlandırılmışlar ve nefy edilmişlerdir. Dolayısiyle, Münif Paşanın şahsında fevkalâde bir hâdiseyi mütalaa ediyor değil hayır, yalnız tarihimizin ma’lûm izlerinde yürürken seçebildiğimiz noktalarla hareket ederek “Cem’iyyet-i Osmaniyye Türk felsefe tefekkürünün bâtınına müteveccih” dediğimiz kadar şark ilminin teksif edilmiş bir devrini teşkil etmesi bakımından dönüm noktasına işaret eder. Böyle iken Münif Paşa’nın gerek Mecmûn-i Fünûn, gerek Cemiyet-i İlmiyyede yaptığı işler, eser ve fikirleri üzerinde aydınlanmış ve mükafatlanmış değildir. Osman Nuri Bey Üstadımızın vaad etmiş oldukları halde böyle bir işe girişmemiş olmalarını vakit bulamamalarına hamletmekle tesellî bulmaktayız. Biz, kendilerinin yapmak istediklerini yapmak gibi iştiyak göstermişsek af edeceklerinini ümid ederiz. (Yapacak, Türkiyenin 500 senelik meârif târihini yazacaktım... Ma’rifet iltifata tâbibir.. “Osman Nuri Ergin”) bunlar dışında Münif Paşa, lâyık olmadığı ehemmiyetsiz yer almış ve ancak edebiyyat tarihleri tarafından mâl edilmiştir. O devirde şâirliğin daha çok alâka gösterilmemesi memleketin ayrı cephesini teşkil eder.

Şahsı itibâriyle müstesnâ bir ahlâk adamı, devrinin çok şahsiyetlerinden ayrı şahsiyyet, başka bir fikir adamı... Asıl kıymeti, Abdülhamid devresi kadrosu içine yerleştirildiği vakit daha açık ortaya çıkmaktadır. 1294 de ilk meârif nazırlığı zamanında Abdülaziz devrindeki uyanıklığı deyam etmiş, Münif Paşanın meârif nâzırlığından ayrıldığı 1308 târihine kadar inkişaf kendini göstermiş yalnız kemmiyetde değil keyfiyette de inkişaf kayd edilmiştir. İ’dâdî, rüşdiyye, ilk mektepler, Mülkiyye-i Şâhâne,, Hukûk mektebi, Galataray’ın proğramları 1307-1308 e kadar ileriye gitmiştir.

Münif Paşanın ayrılmasından sonra ictimâî ahlâkî, bünyede tersihe dönüş görülmüştür. Ters dönüş, Abdülhamid politikasını destekleyecek ve benim “meârif sıkı yönetimciliği” adını verdiğim bir çeşid dinci politikadır. Anlıyoruz ki Münif Paşa zor zor yürüttüğü bir meâsif kalitesi üzerinde çalışırken Abdühamîd ve onun temsilcisi olan devrin içtimaî ziyniyyetiyle mücâdele halinde idi. Mevcud sıkı sansür, sansürle Münif Paşa’nın mücâdelesi eserimde gösterilmiştir. Abdülhamîd devri meârifi Münis Paşa devri meârifi denilebilir. Paşa, saraza karşı gizli bir mücâdele halindedir. Şu iki hadise, beni kanâati de destekler:

Hukuk hocası olarak hukuk mektebine getirildiği zaman proğramlarda hayli değişme yapmıştır. Ayrıldığındö “methal-i ilm-i hukuk” nâmiyle okutulan hukuk felsefe i, mantık, ilm-i ruh, ilm ümerâfi iş ruh dersleri birden bire programdan kaldırılmış yerine fıkıh, kelâm ulûm-ı dîniyye dersleri konmuştur. Galatasarayında Türkçe tedrisatı müdafaa eden konuşmalar yapmıştır –ilk ve ikinci meârif nâzırlığında- Nâzırlıktan çekilince proğramlar alt üst olmuş, tedrisât-ı diniyye büyük yer almıştır. Başka vesikalar da Müliyye Mektebinde geri islâhâtı gösteriyor. “İlmi-i server” adı altında okutulan iktisad dersleri, mantık tarih kalkıyor; “Ahlâk-ı Hamidiyyenin te’sis ve takviyesi zamanında” harekete geçilmesi “bir takım muzır çalışmaların” görülmesi” dolayısiyle disiplinli proğramların yürütülmesi, mâbeyn tezkiresinde belirtilmektedir. Kendinden sonra vezarete geçen Zühdü Paşa ile aralarında fark büyüktür.

Bilmünasebe hayatına giriyorum: Zamanın kuvvetli kültürüyle yetişmiş, iyi bir şans eseri sonunda,, Kemal Efendi’nin Berlin sefaretine giderken yanına almasiyle 1854-1855 yıllarında Avrupa kültürüyle temas imkânını elde etmiştir. Müsbet ilimlere karşı alâka gösterdiğinde Hegel’in anlayışına uygun bir çalışma kendini göstermiştir. Münif Paşa beş sene devam etme imkânını bulduğu üniversite vâsıtasiyle alelâde piyasa adamı olmaktan çıkmış; te’siri Mecmûa-i Fünûn’da da kendini gösteren “ilmin müsbet yollardan ibaret bulunduğu, kuru ma’lûmâtın ilim sayılamıyacağı, hatta ilmi terbiyenin okuyup yazmakla elde edilemiyeceği ilmi terbiye için ayrı terbiyenin bahis mevzuu olduğunu söylerken zamanına göre farklı insan gördüğümüzü de itiraf edelim. Ehemmiyet-i Terbiye-i Sıbyan makalesinde terbiye sistemine karşı nasıl uyanık kaldığı aşikardır. 1859 tarihinde çocukların döğülmesini tenkit hayli alâka çekicidir. Dayağın meş’um tesirler yaptığı bir memlekette çocuğu korumak çok ileri tavsiyedir. İlmi, Felsefi, “Taksim-i Ulum” makalesinde Auguste Counte’nin bu gün okuttuğumuz ilim tasnifini buluyoruz. Her şey, Münif Paşa’nın şahsında felsefe adamı olduğu kadar, ictimai reforma uygun fikir adamı da bulunmuştur. Öyle iken cemiyetin başarısı bırakıp bir kıymetten uzak kalmak memleketin kayıplarındandır. Bu devirden sonra mektepler, beden terbiyesi ta’kib etmişlerdir.

Kronolojiye fazla bağlanmaktan ileri gelen zaruretle, bahsetmediğim yazarlığı vardır. Tesvir-i Efkârı takdim ederken, not halinde 1860 da Agâh Efendi’nin Tercemân-ı Ahvâl gazetesi çıkmıştı; Ceride-i Havadise yeni veche verdirmeye sebep olmuştur. Benim yardımımla mevkût hale gelen Ruzname-i Cerîde Havâdis bazı ictimâi mes’elelere temâs ediyordu der. Cidden kuvvetli yazıları vardır. Bir memleketin serveti, o memleketin hazır olarak sahip olduğu altın ve gümüş değildir, alın teri dökmeksizin hazır yaşanan şey değildir diyor. Binaenaleyh istisadi hadiseleri ayrı tasnife tâbi tutmak lazım gelir. İlk iktisat çalışmalarında Ohannes Efendi’nin rolü vardır. Fakat bu husus daha açıklanmış değildir. Yalnız ekonomik değil, ekonomi politik bakımından da şayan-ı dikkattir.

Hülâsa; Abdülhamid’e iktisât dersleri veren, yekûnu yedi sene tutmak üzere, üç devre meârif nâzırlığında bulunan, ileri hamle tutturmak istemiş, fakat her def’asında geri zihniyetiyle karşılaşmış talihsizliklere hayatının çalışabilecek çağında kenara atılmış bir adamdır. Saraya girdiği halde Abdülhamit’i memnûn edemedi. Tarih Encümeni vâsıtasile gördüğümüz bir mektup Abdülhamit politikasına tenkidler yönelttiğini anlatmaktadır. Diplomasız adamları iş başına getirebilirsiniz ama bu, gelişi güzel her ilâcı hastaya vermektir demiş olmalı ki Abdülhamid 8-10 sahifelik mektubu ile cevap vermiş siz madem ki diplomalılara kıymet veriyorsunuz, sizin diplomanız varmı, siz hangi mektepten me’zunsunuzki demiştir. Paşa evvelki devirleri de iktisad derslerinde ve Ruzname-i Ceride-i Havâdis’de gayet açık tasvir etmiştir: ”Bir memleketi borçlandırmak kolaydır. Fakat bu borcu ödeyecek, gelecek nesillerdir. O parayı yaşayanlar yer, sonra torunlar öder” şeklinde gâyet doğru bir fikir ileri sürer. Aynı şeyi Abdülhamid’e söylemiş olmalı ki mektubunda bahis vardır.

Derviş Paşâ, Edhem Paşa, Kadri Bey, Salih Efendi gibi şahısların isimlerini de Münif Paşanın yanında yer almış olmaları bakımından burada zikretmek gerekir. Hoca Tahsin Efendi ki ikinci kitabımızı teşkil edecektir. Münif Paşanın himayesinde yetişmiştir. Öyle ilim pâyesi kazanmış, Türk dünyâsını ilim yoluyla kurtarmak aydınlığa kavuşmuş kişiler müstesnâ değerler olarak hafızamıza nakşedilmişlerdir.

Kendilerini takdirle yâd ederiz. Bizim gayretimiz onlara bir damla nur ile katılmış olmak iştiyâkından ibarettir.

Dr. Ziya SOMAR