Tıp Tarihi Enstitüsü 31 Aralık 1960

Konuya girmeden önce ufak bir mukaddime lüzumunu duyuyorum. Mevzu, kesafetinin icap ettirdiği şekilde tam ve ilmi olarak liyâkatli bir hazırlıkla tesahüp benim için bir iddia olur. Çünki, nihayet hayatı ve ilmî çalışması felsefe hudutları içinde kalmış, felsefe hocası hudutları içinde kalmış, felsefe hocası hududları içinde geçmiş bir kimse için kimse için Cemiyyet-i İlmiyye gibi hakikaten akademik teşekkülü; mazisiyle, yıllar boyu aks etmiş eserleri, hâtıralariyle tam bir ilmî görüşe katacak kişi ben olmamalıyım.

Kısaca işaret edebileceğim bir his, beni evvelâ Münif Paşa ile karşılaştırdı... Sonra da kendi mesleğimi ilgilendiren bir zaruret aynı mevzua girmekle bana çok şey kazandırdı. Bu itibarla memleketimizin bir noktasını ilgilendiren ve müteessir eden bir mes’eleye huzurunuzda alâka uyandırmak endişesiyle gençlik hatıralarıma döneceğim:

1925’te felsefe talebesi olarak üniversiteye devam ediyordum. Felsefe programları bermu’tad Fransız Üniversiteleri’nden adapte mahiyetinde idi. Yani dersler taklitten ibaretti. Ayni sosyoloji, felsefe ve mantık, İslâm felsefesi müstesna bütün mevzular bizim mes’elelerimizin, bizim tefekkür sahamızın üzerinde, yalnız nakliyyat mâhiyetinde devr etmekte idi.

Yukarıdaki hal benim genç kafamda garip karışıklığa yol açtı. Felsefe okumağa başladığım zaman, genç olmama rağmen, bir şey düşünmek ihtiyacını hissettiğime kâni idim. Anlıyordum ve his ediyordum ki insan kafasının kaderi yalnız şunun bunun bin bir zahmetle, bin bir emekle yıllarını, tâtilini harcayarak vücûda getirdiği fikirleri nakletmek değil; bunları kendine mâl etmek değil; onlarla bir harç yapıp kendi mes’elelerini kendi hakikatlerini, kendi içtimâi dertlerini, mevzularını düşünebilmektir. Bu bende genç bir duygu olarak kendimi tanıdığım zamanlar üzüntü idi.

Her hocamızın biri biri ardınca bir perdeyi açar, bir perdeyi kapar gibi yarı nakliyyatla mahlû bir proğramı hazır getirip önümüze dökmüş olması beni tatmin etmiyordu.

Bir gün çok erken kaybetmiş olmakla üzüntüsünü duyduğum, üniversitenin hâlâ boşluğunu his ettiğine kani bulunduğum ve hakikaten bir üniversite adamı olarak hayatımda çok müstesna bir klişe içerisinde saklı tuttuğum, bütün ilmî ömrümü de kendisini tanımağa vakf ettiğim bir insana derdimi döktüm; Bu Mehmet İzzet’ti...

Dedim ki; “size bir sorum var”. Bütün felsefi kaderimiz sadece başkalarının fikirlerini dinlemek, bunlara “hoş geldiniz, buyurun” demek, sonra, güle güle ile uğurlamak ve arkasından yeniden bir misafiri bekler gibi -nereden geldiğini bilmediğimiz bir yere yüzünü çevirerek- “Acaba bize kim fikir ve felsefe getirecek?” demeklemi hükmünü icra edecektir!

İzzet Bey gayet dürüst bir insandı. İzzet Bey hakikaten dürüst bir felsefe adamı idi. Onun tam bam noktasına dokunmuştum. “Hakkınız var.” dedi. “Bütün felsefi kültürümüzün gayesi asıl kendi felsefemizi, asıl kendi kaynaklarımızı tanımağa hazırlanmaktadır. Bunu bu güne kadar yapamadık, bütün inkılâplarımıza rağmen hâlâ kendimize dönmüş değiliz. Fakat, kendimize dönebilmek için başka insanların peşinden uzun uzun gitmek, onları iyi tanımak lâzım.” cevabını vermişti. Bu benim için bir rehber fikir oldu. Ondan sonra yıllarca ayni kanâatle, aynı inanla felsefeyi kendime mâl ederken filozoflarımızın arkasında hep filozofumuzu, felsefeler arkasında felsefemizi, felsefeciler arkasında yine felsefecimizi aradım durdum. Bir ân geldi ki bu bende tatmin edilmez ihtiyaç oldu.

(Devam Edecek)