(Sayfa 167’den devam)

Feng sözcüğüne lugatlar Ebucehil karpuzu, bir çeşit acı hıyar anlamı veriyor. Hüyük ve çevresi niçin bu adı almıştır? Şimdilik bunun açıklanması zor. O yer halkı arasındaki söylentiye göre bu çevrede bir aralık cenevizliler oturmuş ad bundan ileri geliyormuş. Birde sözcüklerdeki benzerlik nedeniyle Finike devleti ile ilgili bulanlar var. Kelimenin Çingife olarak söylenişi resmi konuşma ve yazışmalardadır. Halk sözcüğü Çingife olarak kullanır:

Kasaba içinde ve çevresindeki yapım çalışmalarda içinde lahitler bulunan mezarlara, mağaralara, mozaik döşeli yerlere rastlanmaktadır. Çingife hüyüğü üzerinde evler kurulmuş olması nedeniyle yer yer köstebek yuvası gibi oyulmakta didiklenmektedir.

Bu tutum höyüğünün tarihsel niteliğinin kaybolmasına sebep olacaktır. Bu yer bairia hep, üzerinde Akçadağ kasabası’nın kurulduğu Arğa höyüğünü hatırlatır. Tıpkı Yavuzeli gibi Akçadağ’dada hüyük üzerinde evler bulunması nedeniyle kızıp didiklenen Arğa höyüğünü korumak için şouradan Kilis Kaymakamlığı yapan ve Kars Valisi olan Ziya Eroğlu hüyük üzerindeki evlerin çevresine kaldırılması için teşebbüşe geçmiş. Belediye Başkanı ile anlaşarak bu teşebbüsü gerçekleştirmek yolunu bulmuştu. Maksadım hem eski bir eser olan hüyüğü korumak, hemde üzerini ağaçlandırarak kasaba için güzel bir mesire yeri kazanmaktır.

Yukarıdaki açıklamalara göre tarihsel Merziban (Merziben) Kalesinin yeri Halilbaş Hüyüğü mü? Cingife hüyüğü müdür? Bu sorunun karşılığı bugüne kadar verilmiş değildir. Bunu ancak bu höyüklerde ve çevresinde yapılacak tarihsel ve arkeolojik araştırma ve kazılar ortaya koyacaktır.

Karadağ

Otomuz Merzimen suyunu Akdeğirmen köprüsünden geçerken sağımızda kalan bir tümseği işaretle burada eski bir oturma yeri bulunduğunu, işaret etmeyi unutmadım.

Yavuzeli’nde sonra önümüzde, sonra solumuzda bir duvar gibi yükselen Karadağ’ın eteklerinden ilerlemeğe başladık. Kutsal balıklarıyla ünlü yarımcayı, Kıroğlunu, sağımızda bıraktıktan sonra artık Karadağa tırmanmağa başladık.

Haçlı savaşları tarihçisi Urfalı Meteos ve Papaz Grıgorun Türk Tarih kurumu tarafından 1962’de yayınlanan Vekayiname ve zeylinde açıkladıklarına göre Karadağ Hiristiyanlarca kutsal bir dağdır. Üzerinde çok kanlı boğuşmalar olmuştur.

Karadağ’nı üstüne yakşacağımız sırada otolarımız durdu. Dört tarihçi sağımızda orta büyüklükte bir taş ocağının krokisini aldılar. Sencer anlattığına göre bu ocak Romalılar’dan kalmadır.

Taş ocağından sonra Elif köyündeki Ünlü kulenin önüne geldik. Almanlar ve Sencer kolları yine sıvadılar. Ölçtüler, biçtiler, halkın (köşk) dediği, haberleşme için kullandığını ileri sürdüğü bu yer ünlü bir kişi için yapılmış bir mezardır. Bunu gezi arkadaşlarımızın dilinden öğrendim. Kalenin altında küçük biri kapıdan girilen 3-4 m2, genişliğindeki kulübe ölünün gömüldüğü yerdir. Mezar çoktan açılmış, içinde kemik bile yok. Kulenin orta bölümü üzerindeki Röliyeflerden Roma eseri olduğu sanılıyor. Elif köyü çevresinde bir çok yeraltı, kaya mezarlarının kapuları görülüyor.

Bı̇r Kilise Kalıntısı

Karadağ’da Batıdan doğu yönüne doğru üç köy var. Hasanoğlu, Elifoğlu, Hisar. Eliften sonra büyük yığıntıya uğramış bulunan Hasanoğlu’na uğramaktan vazgeçildi. Hisar yolunu tuttuk, Hisardan sonra Fırat’a inen yörepler başlayacaktı.

Hisardaki kule daha doğrusu mezar Elif’tekinden daha küçük daha emekli ve sanatlıdır. Kulenin hemen 20 metre kuzeyinde kaya mezarları sıralanmaktadır. Buradan köyün içine giden yolun güneyinde büyüklü küçüklü sahrınçlar göze çarpıyor. Bunlar Hisar Köyü’nün şimdi olduğu gibi eskiden de su sıkıntısı içinde bulunduğunu, yağmur sularını sayançlarda toplayarak bunu kullandıklarını söylemektedir.

Son yıllarda Karadağ’daki üç köyü suya kavuşturmak için devletçe yüz binlerce lira harcanarak dağın kuzeyindeki bir pınardan alınan su bir ana depoda toplanarak bu köylere dağıtılıyormuş. Motor bozulmuş, zavallı köylüler gün görmemiş hacıya dönmüşler. Millet kesesinden harcanan paralar da boşa gitmiş.

Hisardan kulenin yanında köylülerle konuşurken köy içinde bir kilise kalıntısı bulunduğunu öğrendim. Hemen Aytuğ’a haber verdim. O da arkadaşlarına kuleye ilişkin çalışmalar bittikten sonra köylülerin kılavuzluğuyla yapının bulunduğu yere gittik. Çevresinde, sütun kırıkları üzerinde haç işaretleri bulunan taşlar, iri yapı taşları, yer yer göze çarpıyor, burada eski bir yapının bulunduğuna tanıklık ediyorlardı.

Kilise harebesi olduğu anlaşılan bu yerin bir bölümü o köyden Mehmet Görgülü adında birisi tarafından ev haline getirilmiş, Çakmak ve kibrit ışıklarıyla Mehmet Görgülü’nün evinin altına düşen kilise duvarları, halen duran yeri gezdik.

Köylülerin belirttiklerine göre harabenin güneyindeki bölümünün kazılmasında bol miktarda insan kemikleri çıkmıştır. Bu bölümün kiliseye ait mezarlık olduğu sanılıyor, ayrıca asıl kilise olan bölümden, çubuk halinde altınlarla 60 kadar madensel para elde edilmiştir.

Gezi arkadaşlarımın genel kanısına göre Hisar köyü kutsal bir mezarlığı kaplamaktadır. Sözü geçen Kilisede miladi 5. yüzyıla aittir. Bütün bunlara göre bu çevrede bir şehir öreni bulunmak gerekmektedir. Aytuğu bu görüşü destekleyerek bu çevrede Sukka adında bir şehrin bulunduğu, fakat yerinin henüz tespit edilmediğini açıklamıştır. Köylülerin öğrendiğine göre: Hisar Köyü’nün doğusunda, Fırat’a bakan yamaçta hayli geniş bir alanı kaplayan yerde bol miktarda keramik kırıklarına rastlanmaktadır. Aytuğ’un sözünü ettiği Sukka şehri belkide burasıdır. Bunu araştırma ve sondajlar belki ortaya koyacaktır.

Başında S harfi Ş ile değiştirilince sözcük Sukka olur ki Arapça çadır demektir. Birecik’te eskiden Şeyh Taha Zade, şimdi Ayata, Tahaoğlu, Ural, soyadlarıyla anılan büyük ailenin Şukkalı denilen bir Türk oymağına mensup bulunduğunu Birecik’te iken tesbit etmiştim. Şukkalı çadırlı demek oluyor.

Sultan Murat Köprüsü Bir Hitit Kopartması

Tarihçi arkadaşlarım bir hayli çalıştıktan sonra yönümüzü Araban bölgesine çevirdik. Karadağ’ın kuzey eteğinden akan Karasu üzerinde ünlü Sultan Murat köprüsü bulunmaktadır. Kısa bir yolculuktan sonra bu köprünün başına geldik.

Buraya daha önce Müze Müdürümüz Sabahat Göğüş’le birlikte gelmiş, fotoğrafını çektirmiştik. Sayın Sabahat Göğüş’ün köprünün altında Roma eseri olup, Osmanlılar çağında tamir gördüğü hakkındaki görüşünü gezi arkadaşlarım aynen doğruladılar.

Beşgöz olan köprünün kuzey ve güneyde araziye yaslanan ayakları çökmüş artık kullanılmaz haldedir. Tarihçiler yaptığı inceleme sırasında yapıdan miladın 2. yılına ait bulunduğunu öğrendim.

Bir kaç yıl önce Sayın Sabahat Göğüş’le olan gezimizde bu çevrede kara suyun güneyine bakan yamacında bir kaya üzerindeki eti devrine ait bir kapartma keşfetmiş, fotoğrafını almıştık. Ayaklarımdan rahatsız bulunduğum için o sefer göremediğim kabartmayı bu kez gördüm. Kabartma geyik üzerinde, elinde mızrak bulunan bir muharibi canlandırmaktadır. Tarihçi arkadaşlarımın sözlerine göre bu kabartmayı bulmak kendileri için çok ilginç bir buluş olmuştur. Zira bu gölgede bulunan ilk eti eseridir.

Vakit öğleyi bir hayli geçmiş, Karnımız hayli acıkmış, hayli yorulmuştuk. Sayın Müslüm Ateş’in Süpürgeçte götürdüğü bir evde öğle yemeğini yedik biraz dinlendik.

Göksu Köprüsü

Öğleden sonra Göksu üzerindeki köprünün (Ponteu ad Sihgav) nun başına gittik. Köprü Besni ilçesinin kızıl sınırları İçindedir. Roma devri eseridir. 3 gözden ibarettir, iki yandaki gözlerin tonozu sağlam, ortadaki yıkılmıştır. Uzunluğu tahminen 30 metre ayakların kalınlığı 8—10 yerden yüksekliği 18 metredir. Köprünün doğudaki ayağı, kuzeyden sıfırdan başlayıp ayak hizasına kadar gittikçe yükselen bir yola dikey olarak birleşir.

Söylentiye göre Sultan Murat köprüsü ile bu köprünün mimarı ayni adamdır.

Kahtadaki ünlü Cendere köprüsünün mimarı ise bunun kalfası imiş. Adını tesbit edemediğiniz mimar bu köprüyü yaparken kalfası bir taşın hatalı konduğunun farkına varmış, bu duruma işaret edince kızmış, usta ise git Cendere üzerine de sen kur diye çıkışmış, Kalfa gidip Cendere köprüsünü kendi yapmasını istediğini sanarak, işi bitirdikten sonra ustasının yanına gitmiş, ondan geri olmadığını isbatlamıştır. Ben görmedim, görenlerin anlattıklarına göre Göksu köprü sünden daha sanatlı ve büyükmüş.

Belkis

Nizip’te durmadık. Kasaba içinde otolarımızı kuzeye çeyirdik. Belkis yönüne yollandık, bu ünlü tarihsel yere varmadan 1—2 kilometreden başlayarak yer adeta halaç pamuğu gibi atılmıştır. Her yan kazılmış didiklenmiş, toprak yığınları çukurlar sıralanıyor. Tahmin edersiniz ki köylü arkeologların marifetlerinin eserleri. Belkis köyüne vardığımız zaman bu alaylı arkeologlardan iki tanesinin adını öğrendik. Nizip’te Hacı Ahmet Hüseyin, Belkis’te İbrahim Yıldırım, her ikisi de eski eser arayıp bulma yüzünden zengin olmuşlar.

Belkis köyünde öğrendiğimize göre kimileri de eski eser arayıp bulma yüzünden zengin olmuşlar.

Belkis köyünde öğrendiğimize göre kimileride eski eser taklitçiliğine, suyun satışına baş vurmuşlardır. Bunun bir örneğine 10 yıl önce Antakya’da rastlamıştım.

Eski Eser Kaçakcılığı

Bize kalırsa eski eser kaçakçılığı üzerinde önemle durulacak bir konudur. Hatta ithal kaçakçılığından çok daha önemlidir. İthal ve ihraç kaçakçılığının zararı tek yönlüdür. Sonuç bakımından devletin mali gücüne olumsuz etki yapmaktadır. Eski eser kaçakçılığı ise yalnız manevi yöndende zararlıdır. Bir kez yurttaş elde ettiği eserin gerçek değerini bilmediğinden yok pahasına elden çıkarmaktadır. İkincisi çıkarılan eski eserin nessel değerinden başka birde tarih belgesi olarak değeri bulunmaktadır. Bazen bir heykel, bir biplo veya başka bir şey bir çağın karanlıklara ışık tutmaktadır.

Belkı̇s’ı̇n Durumu

Belkis çevresinin durumu ibret vericidir, yukarıda da dokunduğum gibi köyün çevresindeki arazi didik didik edilmiştir. Anlatıldığına göre şimdiye kadar Belkis’ten bulunup yurt dışına çıkarılan yapıtlar bir müzeyi dolduracak zenginliktedir. Büyük heykellerin taşınıp kaçırılmaları zor olduğundan kafaları koparılıp götürülüyormuş.

Geçenlerde müzeye böyle bir yapıt kaldı. Kopuk kafalı heykeli görünce koca karı gibi, içimden gelerek kafanız kopa diye kötü dua ettim. Belkis’e gittiğimizde bu kafası kopuk heykel dağda duruyordu.

İki Alman genci bir süre önce Belkis’e gelerek inceleme yapmışlar, bir hayli fotoğraf çekmişler. Çantalarından bulunan bir albümü gösterdiler, bunlar arasında köşk denilen ve çevresinde mozaik kalıntıları görülen yapı yıkıntısı, yukarıda sözünü ettiğim başı kesik heykel, eski yapıt arayıcıları tarafından kazılmış, köprü ayağını seçtim.

Apemya Şehri

Köprünün bulunduğu yeri gördüm, Fırat’ın doğu kıyısında bulunan (Tilmusa) köyünün doğu güneyi ile Belkıs Köyü’nün batı kuzeyi arasındaki bir noktada kurulduğu anlaşılıyor.

Almanların ileri sürüşlerine göre, yerini bu gün kesinlikle tesbit edemedikleri (Aperman şehri) nin karşı kıyıda olması gerekmektedir.

Diyarbakır tanıtma derneği yayınları (No: 8 Tarih takımı No: 2 Süryani Mar-Yeşua’nın Vekayinamesinde geçen Apemea-Famiya bu yer olsa gerektir.

Bir Kilise Harabesi

Belkis’te fazla kalmadan yürüdük, Sağı çardak, Kahtin, köyleri önünden Ehniş (Yeni adı Gümüşgün) köyüne vardık, köyün doğu kenarında güneş ışınlarını yere sızdırmayan bir çınar ağacının altında, yanıbaşımızda çağlayan suyun tatlı şırıltılarını dinliyor biraz istirahat ettik. Bu sırada köyün Aydın ve konuk sever muhtarı Mehmet kutlu yanımıza geldi köy çevresindeki incelemeler sırasında yanımızdan ayrılmayan, bize hizmet ve saygı için çırpınan muhtar Trakya göçmeni imiş.

Kısa bir dinlenmeden sonra köyün batısında, Hıdırellez mevkiindeki bir kilise harabesini görmeğe gittik. Yapının iki duvarı ile bir kaç kemeri kalmıştır. Tarihçi arkadaşlarımın açıkladıklarına göre yapıt 11—12 yüzyıldan kalmadır, kilise üzerindeki incelemeler bitince doğru mühtarın evine yollandık öğle yemeğini burada yedik.

Ehneş’deki evlere dikkat ettim. Bizim eski Gaziantep evlerine çok benziyor. Pencerelere, kuş tağalarına, küppeyelere, mahmillere bakdığım zaman kendimi bundan 40 yıl önceki bir Gaziantep evinin birisinde bulunuyorum sandım.

Muhtarın evi Ehneş ve Gaziantep’in en zenginlerinden Ermeni Keyvan Ağanın imiş.

Köyün batısında evlerin yaslandığı tepenin yamacında ilkçağ adamlarının yerleşme yerleri olduğu duygusunu uyandıran kayadan oyma birçok konutlar göze çarpmaktadır. Bu konutlardan kimilerinin dokumacılık, boyacılık ve bu işlere ilişken yardımcı sanat yerler olduğunu söylediler.

Niteliği Kesinlikle Anlaşılmayan Kimi Eserler

Yemekten sonra bu mağaramsı konutları gözden geçirdikten sonra köyün 100-150 metre kuzeyinde Kesmelik denilen yere vardık. Burada bir taş ocağı olduğu kanısını uyandıran birkaç bölme sıralanmaktadır. Yerden yükseklikleri 15-30 metre arasında değişiyor, en baştakinin tam orta yerinde 50-90 cm’lik bir çerçeve içinde latin harfleriyle kazılmış birtakım yazılar bulunmaktadır. Yazılar doğal etkilerle oldukça aşınmış kimi bölümleri okunmaz durumdadır. Yalnız CUMVEWCİLO (Kumveksilo) sözcüğünü okuyabildiler. Üç tarihçi arkadaş bu yer için kesin bir tanımlama ve kanıya varamadılar, İkincisi (Sunak) ve Cumvecwcilo’nun bir aziz adı olması gerektiğini ileri sürdü. Birincisi mezarlıktır, kayaya oyulmuş levha bir anıyı tesbit etmektedir dedi. Üçüncüsü ise bir taş ocağıdır. Yazı burada çalışan kimselerle ilgili olması gerektiğini ileri sürdü.

Yalnız Aytuğ şu anda hemen kesin bir kanaat belirtmenin acele bulunduğunu açıkladı. Bu birinci bölümü izleyen İkincide üçüncüsünde 9 tane kayadan oyulmuş çerçeveler bulunuyordu. Ancak bunların içinde yazı yoktu, belki var, iddia doğal etkiler silip süpürmüştür.

Horum Höyüğü

Ehneşten dönerken aşağı çardak köyü ile Fırat arasında nehre yakın bir yerde yükselmekte bulunan Horum höyüğü gezildi. Otolar yol bulunmaması nedeniyle hüyüğün yanına gidemediklerinden bana şosenin başında bekçilik düştü. Höyüğü inceleyen arkadaşlar yapıt üzerinde bol miktarda keramik bulunduğunu belirttiler.

Beni bir folklorcu olarak höyüğün adı ilgilendirdi. Öyle sanıyorumki Horum, Urum Rum’un başka bir söylenişidir. Zira Gaziantept’e Urmutut denilen Mor, Mayhoş dut cinsine Malatya’da (Horum Dutu) denilmektedir.

Rumkale Mateos vekayinamesinde (Sayfa 166) Horumgale olarak geçmektedir.

Gazı̇antep Kalesı̇

2.9.1971 günü Almanlar ve Sencer Şahinle birlikte Yeni Külüp’te bir akşam yemeği yedik. İki gün gezilerimize katılan Adana Müzesi Müdürü Aytuğ 31.8.1971 günü görevi başına döndü. Bu nedenle yemekte bulunamadı, yemete sohbet konusu hep tarihsel konulardı. Hansın birlikte getirdiği bir dosyada Tılbaşar, Merzimen, Araban, Rum kale gibi yerlerin çeşitli adlarını gösterir bir cetvel bulunuyordu. Hans bunları önüme koydu. İncelememe bıraktı, vaktin darlığı bir kopyasını alma fırsatını vermedi. Bu sırada Almanca bilmediğime ne kadar hayıflandım.

Yemekte Hansla 4.9.1972 günü kaleyi gezmeği kararlaştırdık, o gün kalmakta olduğu otelde buluştuk. İlkin kalenin kuzeyinde, bugün bir çok kimsenin varlığından habersiz bulunduğu kalenin içinden yukarıya doğru uzanan bir merdivenin önüne götürdüm. Kayadan oyma tahminen 1,5 m genişliğinde basamaklar arası tahminen 15 cm’dir. Bu merdivenin yukarıda yapma olarak başlaması gerekiyor.

Çünkü kalenin kuzeyinde dayandığı büyük kaya parça bittikten sonra yapma kısmının başladığı dışardan da görülmektedir. Bu merdivenden yukarılara doğru sağlı sollu koridorlara açıldığı anlaşılıyor. Hansın elindeki küçük elektrik fener yukarıları iyi göstermediği gibi önceden tedbir almadan yukarı tırmanmakta tehlikeli olabilirdi. Bu nedenlerle merdiven hakkındaki inceleme yalnız aşağıdan biri görmeden ibaret kaldı.

Bu ilişkiye şunu söylüyelim ki bu merdiven gibi, acı ve tatlı su, Burçlar altında bir at arabası geçecek genişlikteki koridorlar, iç kısmındaki odalar, salonlar, depolar halâ bir açıklığa, aydınlığa kavuşmamıştır.

Kalenin üstüne Güneydoğudaki merdivenden çıktık. Burçları, hamam harabesini gezdik. Gazali türbesinide ziyaret ettik. Asıl kapıya inen ve son yıllarda onarılan tünelden indik. Burçların altından bütün kale çevresini dolaştığı sanılan koridorun tıkalı olduğu yere kadar girdik. Koridorda iki yana açılan kapılar göze çarpmaktadır. Şeri Mahkeme sicillerinde kale içinde tonlarca zahire alan anbarlar bulunduğunu okumuştum. Gerek bu kayıt gerekse bu kapuların varlığı, yapının içinde bulunduğu söylenilen oda, sofa, depo, zindan gibi bir takım bölümlerin bulunduğunu doğrulamaktadır.

Gezi arkadaşım, kalenin batı güneyindeki bir sütun kırığını işaret ederek bunun tipik Roma eseri olduğunu belirtti.

Bir yabancı ile kaledeki bu dolaşmamız, şurada bir üzüntümü açıklamamı gerektirdi. Gaziantep Tarih ve folklorunu araştırma merakımı bilenler zaman zaman bu konularla ilgili sorulara muhatap olmaktayım. Bu sorulardan en çok yöneltileni kalenin kimler tarafından, ne zaman kurulduğudur. Ne yazık ki kandırıcı bir karşılık veremiyoruz. Bu konuda yazılan bir söylenenler hiçbir kesinlik göstermiyor, zira şimdiye kadar hiçbir bilimsel ve arkeolojik araştırma ve inceleme konusu olmamıştır. Güneydoğu’nun en büyük merkezinde halâ bir Turizm bürosu bile yok. Büyük varlığımız olan kalemiz bir türlü onarılıpta turistik bir yapıt haline getirilmiyor.

Eğer kalemiz onarılır, bayırdır zamanlardaki haline kavuşturulup, içi ışıklandırılır kimi antic ve etnoğrafik yapıtlar yerleştirilirse Gaziantep’te, Güney doğunun değil Türkiyenin çok ilginç bir yeri olur. Geliri kendi kenide korur inancındayım.

İkinci Ehneş Gezı̇sı̇

Hans 30.8.1971 günü yaptığımız Ehneş gezisine katılmamıştı. 6.9.1971 günü Hans, Jorj Sencerle birlikte Belkis Ehneş köyüne bir gezi daha yaptık. Ehneşteki Kilise harabesi, Kesmelik, Horum hüyüğü Hans tarafından da gözden geçirildi. Bu ikinci gezide ek olarak dört ayrı eser üzerinde duruldu.

Birinci Nizip Belkis arasında, Belkis’e yaklaşırken şosenin Belkis höyüğünün batısında, Fırata kadar uzanan dereyi kesiş noktasından, solda Antik bir çeşme kalıntısıdır. Gezi arkadaşlarımın anlattıklarına göre bu çeşme Romalılardan kalmadır. buradan birkaç kez gelip geçmeme rağmen varlığını o gün öğrendim.

İkinci yapıt şosenin dereyi bir köprü ile ikinci kesişinden hemen sonra sol yandaki bir duvar kalıntısıdır. Bu da Romalılardan kalmıştır.

Üçüncü: Yukarıki duvarın 20-30 metre güneyinde ağaçlı derenin batısın da tahminen 200-80 metre genişliğinde dikdörtgen biçiminde bir tünel uzayıp gitmektedir, bu tünelin ne olduğu hakkında kesin bir yargıya varılmadı.

Ehneş dönüşünde Aşağı çardak köyü yakınında Domuz deresi mevkiinde bir mozaik sahasının bulunduğunu haber aldık. Geri dönerek derenin şoseyi kestiği yere geldik. Mozayiklerin bulunduğu yere kadar oto yolu olmadığından otomobilleri şose üzerinde bırakmak bana da yine bekçilik yapmak düştü, Arkadaşlar yaya olarak gittiler, incelemelerini yaparak geri döndüler. Bunların anlattıklarına göre renkli taşlarla yapılmış bulunan mozaikler çok güzelmiş. Üzerinde Yunanca yazılar varmış. Sbinus adında bir papazın 24’cü görev yılında yapılmış birgün sonra mozaikleri eski eser kaçakçılarının şerrinden korumak için koruma tedbiri alınmış. Gaziantep’te bunun gibi bir çok eski yapılar hep koruma altına alınır. Zamanla bu koruma gevşer, sonu belli bir gün yerinde yeller eser.