Sayın Dinleyicilerim!

İlk konuşmamda sizlere Gaziantep’in Dülük Baba denilen ve başı yalnız sislerle, bulutlarla değil, hikâyeler ve efsanelerle çevrili olan ünlü Dülük Dağı’ndan bahsedeceğim.

Hep bilirsiniz bir çok kasabalarımızın eski bir Osmanlı deyimiyle birer (turu tecella)’sı, maddi ve manevi bakımdan her vakit dikkati üzerinde toplayan bir dağı, bir tepesi vardır. Bu arazi çıkıntısının adı, üzerine hami gibi kanat gerdiği şehir veya kasabanın ikinci ismi gibidir. Şehir ve dağ olsun kasaba ve tepe olsun, hep birbirlerini hatırlatırlar. Örneğin, Bursa ve Kayseri denince Uludağ’ı Erciyes’i hatırlamamanın; Beydağı ve Alaeddin Tepesi’nden bahsedilince Malatya’yı, Konya’yı, düşünmemenin imkânı var mıdır?

Dağ ve şehir, tarih sahifelerinde koyun koyuna yatarlar. Çok vakit bu heybetli toprak ve kaya yığınının etrafında bizi geçmişin derinliklerine ve karanlıklarına doğru çekip götüren, hayalimizi eski çağların labirentlerinde dolaştıran hikâyeler ve efsaneler toplanmıştır.

Dağın, bulutlarla öpüşen, sislerle kucaklaşan zirvelerinde geçmiş devirlerin kılıçlı kalkanlı yiğitlerini, yeşil sarıkla, süt beyaz sakallı erenlerini görür, uzaklarda yankılanan nal seslerini, kılıç şakırtılarını, pehlivan naralarını duyar gibi oluruz.

Bu dağların her taşında bir tarih yazılı, her karış toprağında bir devir gömülüdür. Varlığımızı temaşasına kaptırıp, geçmişi düşündüğümüz zaman başka alemlerin içine dalarız, bir an gelir ki, kendimizi Turi Sinanın kayalıkları, Harran’ın derin sesizliği içinde buluruz.

İşte, şehrimizin 8-9 km. kuzeyin de bazı elle tutulacak gibi yakın, bazen Kaf gibi uzak görünen Dülük baba köyle mutlu yerlerdendir. Birleşik adını tarihin uzak sahifelerinden, hayatı mitolojik söylentilerle çevrili bir azizden alan dağımız, her devirde insanların tapınma duygularını üzerine çeken bir tepedir. Bu bakımdan hiç bir dağımız Dülükle boy ölçüşemez.

Üç bin yıl önce ilkin Etiler’in teşüp, sonra Romalıların Jüpiter dedikleri Fırtına Tanrısı, insan oğullarına bu tepeden göründü. Güneşe bağlı gezegenlerden birine adını veren Jüpiter, sonra tunçdan, demirden, taştan heykellerle cisimlenerek, mabetlere, saraylara girdi.

Mesih’e tapanların amansız düşmanları İsrail Oğullarının, en ulularından birisi olan Yuşa’nın Türktepe eteklerindeki türbesini ürkek bakışlarla gözetleyerek, kiliselerini Dülük Dağı’nın üstünde kurdular. Böylece Dülük dini hüviyetini tanrı değiştirerek muhafaza etti.

Hazreti Muhammed’e iman edenler Antep’i fethettikleri vakit, sabahın alaca karanlığında perde perde ufuklara yayılan Allahu Ekber sesleri Dülük Dağındaki hudut karakolundan yükseldi.

Hazreti Muhammed’in adaletile ülkeleri dize getiren ikinci Halifesi Ömer’in, Ebu Übeytül-Cerrah komutasındaki İslâm Orduları kızgın çöllerden çıkıp, Sacır vadisinin kadife gibi çayırlarla koyu ağaç gölgelerinden Dülük ve Antebe doğru ilerledikleri sırada; aralarında Tanrı Elçisinin, ak sakallı ve heybetli sahebeleri de bulunuyordu.

Tanrı yoluna savaşan bu mutlu adamlar, nice kazalara girmiş çıkmış, fakat şahadet rütbesine bir türlü erememişlerdi. Bu ulu kişilerden üçü, Pir Safa, Karaçomak, Davut Ejder yanyana yürüyorlardı. Bir gün sonra ordu Dülük ve Antep kalelerini kuşatmaya başlamış, muharebe kızışmıştı. Bu üç arkadaş, bugünkü Karatarla Camii yakınlarında önlerine çıkan kuvvetli bir düşman kolu ile zorlu bir savaşa tutuşmuşlardı. Pir Safanın uzun sakalı döğüşün verdiği şevkle efil efil dalgalanıyor; Karaçomak’n iri gürzü bir makina hızıyle inip kalkıyordu. Davut Ejder lâstik top gibi, her sıçrayışta bir düşmanın hesabını görüyordu. Üç arkadaş bir aralık birbirlerinden ayrıldılar. İlkin Karaçomak, sonra Pir Safa şehit düştü. Davut Ejder’de, bir müslüman savaşçı gurubu ile Dülük Dağının kuzeyinde Çayırgan denilen yerde ağır bîr yara alarak Allahına kavuştu. Savaş arkadaşları harpden sonra bu şanlı ihtiyarı dağın güney batısında Antep Vadisine hâkim bir bayıra gömdüler.

Aradan yüz yıllar geçti. Bölge her yönünden ezan sesleri gelen ve Türkçe konuşulan bir İslâm ve Türk diyarı haline gelmişti. Davut Ejder’in adı ve hikâyesi dilden dile anlatılıyor, fakat mezarının yerini kimse bilmiyordu.

Nihayet bir gün Akşemseddin’nin Eyyup Sultanın kabrini bulması gibi, bir katırcıda Davut Ejder’in gömülü olduğu yeri öğrendi.

Katırcı, bir kış gecesi Maraş’dan Antep’e geliyordu. Şehir gösterende korkunç bir kar fırtınasına tutuldu. Yolu şaşırdı. Kar ve gece onu ölümle burun buruna getirmişti. Çabalayıp duruyordu. Katırcı, Şeyh Abdülkadir Geylaniye intisap etmiş bir dervişdi. Birdenbire büyük mürşidi aklına geldi. Ümit size bakışlarını güney doğuya çevirdi YA GAVS diye haykırdı. Birkaç saniye sonra Gavsi Azam nur parlayan yüzü ile karşısında onu hitap ediyordu:

- Beni niçin çağırdın? İşte yakının da Davut Ejder Hazretleri yatmaktadır. Katırcı başını doğuya çevirdiği vakit Dülük Dağı’nın üzerinde parlayan kuvvetli bir ışık gördü. Bulunduğu yere bir işaret koydu. Pirinin delâletile yolunu bulup şehre geldi. Bir süre sonra temin ettiği inşaat malzemesi, usta ve kalfalarla Dülük Dağı’na tırmandı. Işığın parladığı yeri buldu. Davut Ejder’in kabri üzerine bir türbe yaptırdı. Köklü mallarından bir kısmını ayırarak türbenin masraflarını karşılamak üzere vakfetti. İşte o zamana kadar adına Dülük denilen dağ halkın dilinde Dülük Baba oldu.

Hoşça kalın sayın dinleyenlerim.