Çocukluğumun sevimli delilerini düşünürken, hatırıma başka bir bölük daha geldi. Bunlar da karınca kaderince akıllıları eğlendirmeye uğraşırlar, onların kaba ve hoyrat şakalarına güler yüzle katlanarak hem hoş vakit geçirmelerine hizmet ederler, hem de kendileri bu yoldan bir çeşit geçim sağlardı.

AHÇI ALÎ

Nedense kafamda ilk canlanan Ahçı Ali’dir. Onu yakından tanımak fırsatını elde edememiştim. Ancak bir kaç defa bizim harafta güveyi sahrelerinde cahalları eğlendirirken görmüştüm. Bir kaç defa da çarşılarda kırıta, kırıta dolaşırken sarkıntılıklara karşılık verirken rastlamıştım. Ahçı Ali’nin kılığı çok ilgi çekiciydi: kalıplı fesinin üstüne yalın kat, ince bir Ahmediye sarık sarar ve mevsimine göre sarığının arasından bir dal irahan, bir gül goncası veya karanfili eksik etmezdi. Muntazaman sürmelediği baygın bakışiı çipil siyah gözleri vardı. Yüzü daima sinek kaydı tıraşlı ve pudralı idi. Burma bıyığın moda olduğu bu çağlarda üst dudağının çukurunda birkaç kılçıktan başka bir şey görülmezdi. Kısa bir sako, dar kıl bir şalvarla kırmızı, gül şeftali yemeniler giyerdi. Şalvarının kısa ve dar paçalarının altından, parlak renklerin kaynaştığı Sivas işlemesi çoraplar giyerdi. Daha çok küçük olduğum için bu kılığın nedenini anlıyamazdım; fakat işte bir garabet olduğunu farkederek kıs kıs gülerdim.

Ahçı Ali’nin cinsiyetine pek yakışmıyan yalnız kılığı da değildi, içkili toplantılarda şakilik ederdi. Kafaların henüz dumanlanmadığı ilk saatlerde koyun cebindeki şişeden çıkardığı gümüşe benziyen, ufak taş biçimi bir kadahle binlikten doldurup ikram eder Sonra eğlenenler halkasının mutena bir yerine yerleştirdiği küçük kürsüsüne bin eda ve kırıtma ile oturarak tefini ele alır, boynunu kuğu boynu gibi gerip uzatarak, baygın gözlerle şarkı ve türküler söylerdi. Sesi kalınca bir erkek sesi olduğu halde, zenneye çıkan zıpkınlar gibi beceriksiz, cilveli bir dişi edası vermeye çabalardı. Kafalar kızışıp şapalaklar da başlayınca, omuzlarını titreterek çifte telliye kalkardı.

Bir seferinde onun eğlendirdiği bir cahal gurubu arasında nedense kavga çıkmış biri birine girmişti herkes. Biz de ilerdeki bir cevizin tepesinden onları seyrediyorduk. Kafa, göz gençler biri birini tepelerken Ahçı ağacın gölgesine dayanmış mahzun, kendisi için savaşanları seyrediyordu.

Bütün bunlara rağmen Ahçı Ali, Gaziantep savunmasında bir kahramana yakışır şekilde çarpıştı.

BİRADER AĞA

Fakat üzerimde ondan çok daha derin izler bırakan Birader ağaydı. Sanki hilkat onu, bir çok kullarından arta kalan malzemeyi şöyle gelişi güzel bir araya yapıştırarak yaratmıştı- Ufacık, çarpuk çurpuk bir gövde; sırtında irice bir kanbur. Kısacık iki bacaktan birisi ötekinden kısa. Bu yüzden Birader ağa bir koltuk değneği ile dolaşırdı. Boncuk gibi ufacık iki gözün altında yüzü ile hiç bir nisbeti bulunmayan iri ve kızıl bir burun. Birader ağa gündelik iş olarak, eski fes ticareti yapardı. Beylerin, ağaların giyilmekten yanır bağlamış, eski feslerini alır, sırtındaki torbaya doldururdu. On çoğu zaman Arasanın ortasındaki Kadı Kasteli etrafında hayvan sulamaya gelen yükcü köylüler arasında gördüm. Fakat Birader ağanın esas müşterileri bu fakir köylüler değildi. Şehrin ileri gelenlerinden bir çoğu onsuz sahreye gitmezdi.

Onsuz başlasalar bile, kafalar tutunca onsuz bitiremezlerdi. Adam salarlar nerdeyse buldururlar getirtirlerdi. Birader ağanın esas mesleki de bunlara sabır, suk’unet ve metanetle şamar oğlanlığı yapmaktı. Kimisi tabancayı şakağına dayar, bir yatık rakıyı nefes almadan susuz içirtirdi. Bir başkası iri bir domatesin içini, kırmızı büberle doldurur, meze diye zorla yuttururdu. Fesinin arkasını çirtmek, cebine yılan ölüsü koymak, elbisesi ile sacıra atmak günlük şakalardandı ve herkesi kas, kas güldürtürdü onun hali. Birader hiç bir şakadan yılmaz kendi de benzeri taşkınlıklar yapmaktan kaçınmazdı.

BİRADER AĞA İLE İT YUSUF

En hoyrat şakalardan bile gözünü kırpmıyan Birader’in yıldığı bir kişi vardı: İt Yusuf. İt Yusuf, unvanının da telkin ettiği gibi giyimi, tıknaz ve küt kesif kıllı vücudu ile kirli, fakat iyi beslenmiş bir ağa çomarına benzerdi. Ulumasını da kuyruğu üstüne çöküp ayın onbeşine burnunu dikerek uluyan çoban köpeklerinkinden ayırt etmek çok zordu. Fakat nasılsa Birader onun sesini yedi köy ötesinden, yüzlerce itin sesi arasından farkederdi. Eğlencelerde çoğu zaman İt Yusuf Birader’den habersiz çağrılır ve bir tarafa ancak keyfin koyulaşmaya başladığı sıralarda uzun ve yanık bir uluma ile varlığını belli ederdi. Onu duyan Birader’in rengini hiç atmayan kızıl burnu bile bozlaşırdı. Çünkü uluma kesilmeden Yusuf kudurmuş bir it gibi Birader’in üstüne atılır, yumurta kadar butlarını, etsiz sağrısını hatur hatur ısırırdı. Ağalar keyiften kasıklarına basıp gözlerinden yaşlar akarak gülmekten katılırken, iri bir çoban köpeğinin pençesine düşen sıska finolar gibi can havli ile bocalayıp haykıran Biraderi kurtarmak kimsenin aklına gelmezdi.

Nihayet bir yarı insaflının yüreği dayanmaz, Birader’i itin pençesinden kurtarır, teselli için bir eline içki, ötekine mezelik bir hıyar tutuşturulurdu. Fakat işkence bu kadarla da bitmezdi. Birader’in uğunmayı bırakıp içki kadehine uzandığını veya ağzına bir lokma atmaya kalktığını farkeden Yusuf, saldırmaya hazırlanan köpekler gibi, dişlerini göstererek hırlamaya başlar ve onu dondururdu.

Zaten kendine rahat olmıyacağını çoktan anlamış olan Birader, fırsat gözlerdi. Kendisi ile ilgilenilmediğini sezince dizin dizin geriye, fener ışıklarının erişemediği loşluklara çekilir. Koltuk değneğine dayanarak sessizce karanlıklara karışır giderdi.

Bana öyle geliyor ki, onlar kendileri ile birlikte hayattan bir daha geri gelemiyecek bir şeyler aldılar götürdüler.

(Sabah’tan 25.4.963)