(Sayfa 111’den devam)

Şimdiye kadar olduğu gibi burada da esas gaye, Ütatürk ilkeleriyle bizzat Atatürk’ün her şeyin üstünde tuttuğu mukaddes millet varlığını geliştirme ve muhafaza etmenin diğer prensipleriyle birleştirmek ve daha şümüllü bir sistem içinde ifade etmek olduğuna göre hiç olmazsa iyi niyetliler arasındaki ihtilâfların giderilmesinde büyük fayda vardır. Bu maksatla evvelâ lâiklik mefhumunun muhteva ve şümulü üzerinde durdurulacaktır. Lâiklik mefhumu, bizde kanunlarda ifadesini bulduğu vechile sadece dinle devlet, dünya ile âhiret işlerinin ayrı tutulması prensi bini ihtiva etmez, aynı zamanda vicdan hürriyeti ile başka inanç ve kanaatlara karşı müsamahayı, böylece her nevi taassuba karşı olmayı da ihtiva eder. Fakat bu mefhumun muhteva itibariyle esas özü ve mahiyeti şu noktada belirir: Her nevi hadise ve vakia karşısında ister bunlar tabiat hadiseleri ister içtimai vakıalar olsun objektif bir tutum takınmak, hiçbir tesire kapılmadan hiç bir ön düşünce, peşin hüküm veya inanç tesiri altında kalmadan realiteyi olduğu gibi idrak edip bitaraf olarak incelemektir. Bu ise ilim zihniyetinden başka bir şey değildir. Hakikatte eğer dünya işleri, meseleleri, hâdise veya vakaları İlmî bir zihniyetle ele alınıp, objektif bir tarzda incelenemeyecekse, başka neviden doğmaların veya ötelerin tesiri altında mütalâa edilecekse, onları dinî meşelerden ayırmanın veya dinî doğmalardan kurtarmanın büyük bir mânası kalmaz. Şu halde gayet sarih bir şekilde görülüyor ki, lâisizm sadece dinle devlet veya dinle âhiret işlerinin lâfzî olarak mücerred bir tazda birbirinden ayrılması demek değildir. Lâiklik Avrupa’da ilim ve fikir sahasında en az üç asır süren bir gelişme ve çok çetin mücadeleler sonunda teessüs eden bir düzenin ifadesidir. Binaenaleyh bu düzeni meydana getiren şartları hazırlamadan, onun dayandığı yüksek seviyeli ilim ve din müesseselerini kurmadan, bunlar arasında muvazene ifade eden lâiklik nizammı sadece kanunlarla gerçekleştirmek mümkün değildir.

Bizde maalesef öğretim sistemi dolayısıyla çok defa ilim zihniyetinden ve umumiyetle sosyolojik kültürden mahrum olarak yetişen bazı hukukçuların gözünde kanun mistik bir hüviyet ve kudret kazanmaktadır. Onlara göre bir cemiyette kanunun başaramayacağı hiç bir şey yoktur. Onun için her hangi bir toplulukta cereyan eden faaliyetlerin yalnız düzenlenmesinin değil, bunların değiştirilmesinin, yeniden meydana getirilmesinin ve hattâ en zarurî şartlar temin edilmeden neticeler alınmasının kanun yoluyla mümkün olabileceğine inanmaktadırlar. Bu inanç, şüphesiz sadece meslek gayretinin bir neticesi değildir.

Halbuki kanunun yoktan var etmek kudreti şöyle dursun, bir cemiyette cereyan eden faaliyetleri tanzim etmek kudreti bile hudutsuz değildir. Her ne kadar kanunlar, müeyyidelerinin tatbikinde cemiyetin resmî icra kuvvetini kullanmayı inhisarları altında tutarlarsa da bu imtiyazlarına rağmen diğer İçtimaî normlardan daha müessir değillerdir. Nitekim nerede ve ne vakit hangi cemiyette olursa olsun kanunla o mevzua ait örf ve âdetler arasında bir ihtilâf, bir çatışma olmuş ise daima istisnasız bir şekil de dâvayı kaybeden kanun olmuştur. Onun için kanunlardan başarabileceklerinden fazlasını beklemek doğru değildir. Bu cemiyette kanuna karşı saygı şuurunun azalmasından başka bir şeye yaramaz.

Böylece bir cemiyette içtimai sahada değişiklik meydana getirme, onu idame ettirme ve geniş kitlelere benimsetme bakımından kanunların kudret ve imkânlarının hududu belirmiş olunca, bu nevi değişmelere temel teşkil eden İçtimaî şartları ve vasatı hazırlamanın ehemmiyeti ve zaruriliği de kendiliğinden meydana çıkar. Hakikatte herhangi bir cemiyette ister içtimai ister kültür derğişikliği için zemin ve şartlar hazır değilse bunları kanun zoruyla kabul ettirmenin mümkün olmadığını ilim isbat etmiş bulunuyor.

Nitekim Avrupa’da da yüzlerce, binlerce mâsum insanın çeşitli taassupların kurbanı olmaktan, işkencelerden kurtulabilmesi, lâikliğin bir düzen halinde teessüs edebilmesi için kafalarda, halkın zihniyetinde derin bir değişikliğin meydana gelmesi icab ediyordu. İnsanların artık büyüye, sihire inanmaması, hurafeler, batıl itikatlar, inançlar ve kanaatlarla ilmî bilgiler arasındaki farkı görebilmesi gerekiyordu.

Hakı̇ki İlim Adamları Cemı̇yetin Dışında Değildir

Bu ise Avrupa’da ilmî bilginin yayılması ve ilim zihniyetinin teessüsü neticesin mümkün olmuştur. İngiliz sarayında tırnakları sökülmek suretiyle işkenceye tâbi tutulan zavallı doktorun suçu, denize siyah bir kedi atmak suretiyle fırtınanın çıkmasına ve bu yüzden İngiliz Donanmasının Hollandalılar tarafından tahrip edilmesine sebep olmasıydı.

Bundan daha hafif sebeplerden dolayı birçok masum insanların sihirbazlık ithamlarıyla yakın zamanlara kadar Avrupa’da yakıldığı da bilinmektedir.

Görülüyor ki ilim insanlara yalnız tabiata hakim olmak, teknik vasıtasıyla rahat ve konforlu bir bir hayat sürmek imkânları vermekle kalmıyor. Bunlardan çok daha mühim olan insanların görüşünü, zihniyetini değiştiriyor. İşte ilim yoluyla kafalarda bu nevi bir değişiklik meydana getirmeden ancak bunun bir neticesi ve ona bağlı olan davranışları insanlardan beklemek ve bunlara zorlamak mümkün değildir.

Onun için Avrupa’daki gelişmeye uyarak bizde lâiklik gibi diğer ilkelerin de gerçekleşmesi, yayılıp benimsenmesi isteniyorsa muhakkak zarurî şartların ve zeminin hazırlanmasına ihtiyaç vardır. Bu şartların başında hiç şüphesiz ilmi yayabilmek, hakiki ilim adamları yetiştirmek üzere ilim müesseselerinin kurulması gelir.

(Devam Edecek)