(Bir Önceki Sayıdan Devam)

Yarım münevverin bazı zararlı imtiyazlar edinmesinden başka bir şeye yaramayan, kendisini halktan uzak tutan yarım yamalak bilgisine mukabil, halkın bilip onun bilmediği; halkın sahip, onun mahrum olduğu şeyler de vardır. Bunların başında halkın kendisine mahsus bazı inançlarının, kıymetlerinin ve kıymet şuurunun olması gelir, Bu itibarla dün olduğu gibi bugün de Türk topluluğu içinde hakir görülmesi lâzımgelen bir zümre varsa bunun halk olmadığı muhakkaktır. Bugün Türkiye’de zararlı bir sınıf ayrılığı meydana getirdiği için mücadele edilmesi gereken bir zümre varsa o da yarı münevverdir. Hakikatte memlekette yarım münevverle halk arasındaki ayrılıktan gayri hakikî bir sınıf ayrılığı bugün için mevcud değildir.

İşte bu noktayı kendisine has dehasıyla vazıh bir şekilde gören ve bunu defalarca ifade eden Atatürk bu zararlı ve sunî ayrılığı bertaraf etmek gayesiyle halkçılığı kabul etmiştir. Onun için halkçılık ne yapması gerektiği bilinmiyen mücerred, müphem bir mefhum olmayıp, gayet müşahhas, muhteva ve hedefleri olan bir program, bir çalışma zeminidir. Hakiki münevverle halkın birleşeceği, işbirliği edeceği bir zemin.

Yalnız eğer bir millet olma ve mili bir kültüre kavuşmanın zaruriliği, hayatî ehemmiyeti lâyıkıyla kavrayabiliyor ve halkla işbirliği hususunda psikolojik faktörlerin değeri takdir edilebiliyorsa müsbet bir neticeye varabilmek için halka, onun örf ve âdetlerine düşünce ve temayüllerine, kıymetlerine karşı takınılacak tavrın tayin ve tesbit edilmesi gerekmektedir. Bu nokta bilhassa şu sebepten dolayı büyük bir ehemmiyet taşıdığından hususi bir şekilde belirtilmesi lâzımdır. Bilindiği gibi muayyen bir zümre her vesile ile, bilhassa ne kasdedildiği her vakit pek anlaşılmayan gericilik bahanesiyle halkla münevver arasındaki bu ayrılığn bir uçurum haline getirmeğe çalışmaktatırdır. Bugün gerek gericilik hareketleri, gerek onlara karşı alınacak tedbirler, ilim tarafından sarih bir şekilde tayin edilmiş bulunuyor. Bu hususta da Atatürk’ün irşatlarına uyularak hakiki bir mürşid olan ilmin rehberliği kabul edilecek olursa birçok meseleler gibi bu da kendiliğinden halledidi. Aksi takdirde Garplıların dediği gibi ağaçlardan ormanı görememek, yani teferruata saplanıp asıl gayeyi unutmak tehlikesi baş gösterir.

CUMHURİYETÇİLİK İLKESİ

Türkiye’de siyasî iktidarın el değiştirmesi ve dağılışı bakımından sosyal yapı üzerine en kuvvetli şekilde tesir yapması itibariyle Atatürk ilkelerinin hiç şüphesiz en mühimlerinden birisi de cumhuriyetçiliktir.

Ancak bu ilkenin de boşlukta ve şekilde mücerred bir mefhum halinde kalmaması ve münevver zümrenin bir imtiyazı olmaktan kurtulması, halkın bu idareye büyük bir nisbette iştirak etmesine bağlıdır. Onun için Cumhuriyetçiliği, yukarıda izah edilen mânada halkçılık ve milliyetçilikten tecrid etmeğe imkân yoktur. Zira cumhuriyetçilik hakikî mâna ve hüviyetini bunlar sayesinde kazanmaktadır. Hakikatte Garp milletlerinin tarihî ve İçtimaî oluş ve gelişmelerin seyri takip edildiği zaman, demokrasinin millet olma ve milli kültüre kavuşma cehdlerinin tabiî bir neticesi olmak üzere meydana çıktığı görülür. Nitekim eski çağlarda demokrasinin yalnız Yunanistan’la kısmen İsrail’de gerçekleşmesi bu kavimlerin oldukça müşterek, mütecanis ve umumi bir kültüre kavuşmuş olmalarından ileri gelmiştir. Onun için millet bünyesine ve millî bir kültüre kavuşmamış bir cemiyette demokrasiyi gerçekleştirmek mümkün değildir.

Şu halde milliyetçilik, halkçılık ve cumhuriyetçilik, başka bir ifade ile millet olma, millî bir kültüre ve demokratik bir idareye kavuşma cehd veya ilkeleri birbirinden ayrılmaz bir bütün teşkil eder. Binaenaleyh eğer demokrasinin prensiplerine sadık kalınmak, bu rejimin memlekette köklenip gelişmesi isteniyorsa, hürriyetin İçtimaî ve fikrî inkişaf için zarurî olduğuna samimi bir şekilde inanılıyorsa, nüfusun yüzde sekseninden fazlasını temsil eden bir kitleye karşı lâkayd kalınamaz. Halka rağmen demokrasi olamaz. Bunun ne ilmi, ne de İnsanî bakımdan hiç bir mazereti yoktur. Eğer bugün Türkiye’de demokrasi lâyıkıyla işlemiyor, idarede aksaklıklar görülüyor, işler fenaya gidiyorsa bundan kendisinin, kendi cehaletinin mesul tutulamıyacağını halk artık iyice anlamış bulunuyor. Halk artık eskisi gibi körü körüne münevvere, idare başındakilere inanmıyor. Üniversite profesörleri de dahil olmak üzere münevverden sıdkı sıyrılmış, itimadı kalmamıştır. Bunu her yerde her vesile ile gösterdiğini müşahade etmek mümkündür.

Şarkvarî bir idare-i maslahatçılık ve kurnazlıkla, vaziyeti görmemekle, realiteyi inkâr etmekle bir şey kazanılmış olmaz. Bunun gibi münevverin sırf kendi mevkiini, menfaat ve imtiyazlarını korumak maksadiyle şu veya bu vesile ve bahanelerle mütemadiyen halk üzerine baskı yapması onu kendisinden uzaklaştırması ve soğutması da esaslı hiçbir şey kazandırmaz. Fakat çok şey kaybettirir.

Esasen gelişme halinde olan memleketlerde umumiyetle müşahade edilen gericilik hareketlerine münevverlerin sebep olduğu tesbit edilmiştir. Eğer bu memleketlerde yapılan ıslahat, plân ve vaadler beklenen neticeyi vermez, umumî bir sıkıntı ve hayal kırıklığı baş gösterirse halktan bir kısmının tabiat üstü kuvvetler vasıtasiyle meydana getireceği bir sistem sayesinde bundan kurtulmağa, bir nevi psikolojik tatmin aramağa çalıştığı ilmi araştırmalar neticesinde görülmüştür. Hakikatte elle tutulabilir bir gelişme, ferahlık ve mânavi huzur sonunda bu nevi gericilik hareketleri de ortadan kalkıyor. Bundan da anlaşılıyor ki, oldukça şümullü geniş İçtimaî hâdiseler karşısında önceden edinilmiş kanaat ve peşin hükümlerle hareket etmenin hiç bir faydası yoktur.

Bu vaziyette de münevverin halkla birleşmesi ve işbirliği etmesinden başka çare yoktur. Bu nevi bir işbirliğinden yalnız halk, dolayısiyle memleket faydalanacak, her şeyini kaybetmek üzere olan münevver en kârlı olarak çıkacaktır..

LÂİKLİK

Atatürk ilkeleri içinde maruz kaldığı muhtelif ve çok defa yanlış tefsirler dolayısiyle en çok ihtilâfa sebep olan hiç şüphesiz “Laiklik” prensibidir. Bu ilkenin çeşitli tefsire uğramasında tabiî muhtelif sebepler vardır. Bunların başında asırlar süren bir gelişmenin mahsulü olan her mefhum gibi bunun da muhteva ve şümulü hakkında sarih bir fikre sahip olunamaması, bir cemiyette gerçekleşebilmesinin tâbi olduğu şartların Iâyıkiyle bilinememesi ve bir de bu vaziyetten faydalanmak üzere kötü niyetlilerin işe karışmış olması gelir.

(Devam edecek)