Bundan önceki bazı yazılarımda belirttiğim gibi, 18’nci yüzyılın son yirmi yılı ile, 19’ncu asrın ilk yarısı Gaziantep için felaketler devri olmuştu. Özellikle 1780’de üç paşanın beş koldan Gaziantep üzerine yürümeleri ve yüzlerce kimsenin öldürülmesiyle sonuçlanan ayaklanmadan sonra, sıra ile Şefii Zadelerin 17 öğrencisi ile birlikte uğradıkları korkunç akibet, Daldaban oğlu Nuri Mehmet Paşa olayları, Kalender Paşa, Çapanoğlu Mehmet Celaleddin Paşa ve Fevzi Paşa’nın Maraş valilikleri zamanındaki ayaklanmalar, Emir Yeni çeri çatışmaları ve nihayet Mısırlı İbrahim Paşa saldırısı Gaziantep’e çok sıkıntılı günler yaşatmıştır.

Bunlardan halkın hafızasında en derin iz bırakanlar Çapanoğlu ve İbrahim Paşa vak’alarıdır.

Çapanoğlu olayının fiili bölümü bittikten sonra, mali bölümü başlamış, halk bu olay sırasında, malları yağma edilen vali, mütesellim ve bir düzine adamın yüzlerce kuruş tutarındaki zarar ve ziyanlarını karşılamak zonrunda bırakılmıştır.

İbrahim Paşa’nın işgali 8 yıl sürmüş, Gaziantep tarihinin en karanlık günlerini yaşamıştır.

Böylece, Gaziantep bir yandan beşer onar sene birbirlerini izleyen kanlı olaylardan bitkin bir halde iken bir yandan da tabii afetlerin pençesinde kıvranıp durmuştur.

1817’de Gaziantep yıllardır görmediği bir kuraklık ile karşı karşıya kalmış, başta Batal Pınarı olmak üzere, şehir çevresinde ve köylerdeki pınarlar ve kuyular kurumuştur. 1818 yılı Şubat’ının birinci günü Batal Pınarı yeniden kaynamağa başladığı zaman, halk bayram etmiş, Ali Efendi oğullarından Müftü Hacı Arif Efendi başta olmak üzere, pınarın başına koşmuş, orada kurban keserek şenlik yapmışlardır.

Kuraklık, köylerde daha zorlu olmuştur. Yazı köyleri dediğimiz Tümp Ovası’nda ve Barak’daki bütün kuyular ve kaynaklar kuruduğundan bu yerler halkı, çoluğunu çocuğunu, hayvanlarını yanlarına alarak ata yurtlarını bırakmış Fırat Kenarına göçmek zorunda kalmışlardır.

İşte bu dönem içinde Gaziantep’i sarsan ikinci doğal âfet zelzeledir. 1822 yılı Ağustos’unun 15’ini 16’ya bağlayan gece saat 20-21 sırası o zamanın hayat koşulları icabı daha herkesin uykuya yeni daldığı sırada; birden yer sallanmaya başlar. Uykudan uyanan halk korku ile yataklarından fırlar. Şehir göklerini acı bir gulgule sarar. Çocuk ağlamaları şaşkınlıktan yavrularını evde bırakıp sokağa uğrayan annelerin can yakıcı bağırışları, köpeklerin acı acı ulumaları birbirine karışır. Dehlizler, sokaklar, caddeler bir ana baba günü halini alır. Minareler uçar, kubbeler çöker, evler yıkılır. Bereket ki mevsim yazdır. Halkın büyük bir bölümü, binalardan dışarlarda, şekillerde, kurma ve asma tahtlarda ve avlularda yatmaktadır. Bundan ötürü can kaybı fazla olmaz. Köylerde aynı akibete uğrar.

Yer oynaması, aralıklarla sürdüğünden, halk günlerce bağlarda, bostan aralarında, şehir çevresindeki tepelerde yatıp kalkar. Mettâların eski durumlarını bilenler hatırlarlar. Buraların hallaç pamuğu gibi atılmış bir hali vardı. Taş ocağı olarak kullanılmakla meydana gelen hüyük mağaraların bu sarsıntıda çökerek, o durumu aldıkları söylenir.

Yirmi üç gün önce Halep ve Antakya’yı da yoklayan bu doğal afet haberi İstanbul’a ulaşınca Padişah yolladığı fermanla Antep’i o yıl için bütün vergi ve salyanlardan affetmiştir.

Yer sarsıntısından beş yıl sonra şehre üçüncü bir belâ çatmıştır. Birincisinin zararı mala, ikincisinin ki, mala ve cana olmasına karşılık, bir cana kıyan bu üçüncü ve önüne geçilmez olay da veba salgınıdır. O zamanlar şimdi ki gibi ciddi sağlık kontrolü ve önleyici tedbirler bulunmadığından, tedavi usulü ise ilkel olduğundan, hastalığın kimi pek etkili olmuştur. Gaziantepli (vebadan kaçar gibi) sözündeki anlamı o zaman daha iyi kavramış olacaktır. O devre ilişkin Şer’i Mahkeme kütüklerinde bir çok kimsenin bu korkunç ve bulaşıcı hastalıktan öldükleri açıkça kayıtlıdır.

Gaziantep’in 30 yıl içinde uğradığı dördüncü felaket çok zorlu bir kıtlık ve pahalılıktır. Pahalılığın nedenini bilmiyoruz. Belki bütün çevrede hüküm süren ve tarımsal üretimi etkileyen bir kuraklık, belkide başka bir doğal sebeptir. Ancak belgelerin ışığında, tahıl fiyatlarının o zamana kadar duyulup görülmemiş, olağan üstü yükseldiği anlaşılmaktadır. 1945 narh cetvelleri bu pahalılığı özellikle belirtmektedir.

Karacaörenli Aşık Ahmet adlı bir halk şairinin dilden dile söylenerek çağımıza kadar gelen destanı, bu devri anlatmış olsa gerektir.

Ünlü halk ozanı bu uzun deyişinde şöyle yakınır

Buğday, tahta çıktı, mısır veziri

Darı Haca gitti, arpa nazırı,

Gilgil bir bey oldu, Haccin kiziri,

Biraz insaf eyle noldu boz gilgil?