Milâttan önce on üçüncü asrın ilk yarısından sonraki, on bir ve onuncu asırların hemen bütün hadiseleri, Naharinanın göbeğini teşkil eden Gaziantep bölgesinde geçmiştir. On üçüncü asrın en mühim iki siması vardır:

1 —Büyük Hatti kralı Üçüncü Hatusil

2 — Asur kralı birinci Salmanasar

Bu her iki kral için de aynı tarihler krallık müddeti olarak tayin edilmiştir: 1280-1260

Birincisi, Hitit âlemi için ne kadar yüz kızartıcı oyunlar oynamış ise, İkincisi Asur dünyası için çok yararlı hizmetlerde bulunmuştur. Batılı ve onlardan aktarma yapan bizim yazarlar, ne derlerse desinler, Eti âleminin en tehlikeli ve hain siması bu üçüncü Hatusil olmuştur. Bir yandan Eti birliklerinin, darma dağın olmasını hızlandırırken, bir yanda da Asurlulara karşı aciz ve zelil tutumlarıyla tarihte en fena hatıra bırakmıştır. Bu devre ait olan çeşitli ve uzun incelemeler aynı kral için, hazırlamış olduğumuz eserde, tarihi ve mantıki delilleri gösterilmiştir. Bu köklü devletin birdenbire yıkılışı sebebini arayanlar, iç buhranını geride bırakarak hemen her tarihî hadisede olduğu gibi çok uzaklara sapmış ve dış baskılara vererek yanlış bir görüşe kapılmışlardır. Hatusil’den sonra Hitit devleti ancak 60 yıl kadar, o da her yıl biraz daha toprak kaybederek ve biraz daha yerli hasımların ve hele eski düşman Kaskalar’ın ağır ve dayanılmaz akımları sonunda (1180) tarihinde birden bire çökerek tarih sahnesinden silinmiş, gitmiştir.

Fakat bu defa, ortayı boş bulan Muşkiler, arkalarından Kaskaları, Komukları, Militleri ve Hanigalbatları da sürükleyerek, kuzeyden Karkamış güney hattına değin ilerilerilemiş ve (1115) yılında Asur kralı Birinci Tıglatpiasar tarafından çil yavrusu gibi dağıtılarak bölük bölük bölgenin çeşitli yerlerinde yerleştirilmişlerdir. On beş yıllık Asur kudreti de az zamanda sönmüş ve memleket diri kalan yerli prenslerle Aramilerin tesiri altına düşmüştür. Bu devirde, yani onuncu asır başlarında artık İsrailliler kuvveti tarihte yer almaktadır. Hazreti Musa ve vasisi hazreti (Yeşu) güneyden kuzeye doğru ilerleyerek bölgeye kadar gelmiş ve hemen her tarafı istilâ etmişlerdir. Hatta Hz. Musa’nın kabrini de bu bölgede bulmak mümkündür. Onlardan sonraki devir, yine İsraillilerin başlarına geçen (Hakimler) (İsmail) peygamberin idaresinde bir müddet yaşamış ve bu peygamberin tavsiyesiyle, (Sul-Talut) adında biri hükümdarlığa geçirilerek, esir milletlerin hürriyet ve istiklâl mücadelelerini sindirmekle uğraşılmış ve nihayet Hz. Davud, Talut’u yenerek, İsraillileri kendi bayrağı altında toplamış ve böylece, hem peygamber hem hükümdar sıfatıyla hüküm yürütmeye başlamıştır. İşte onuncu asrın birinci yarısındadır ki, Fırat civarındaki hükümetini sabit kılmak için Suba Krallığı üzerine atılmıştır. Tevrat’ın (Ahdiatik) kısmında bu hadise şöyle nakledilmektedir:

— Davud, Fırat nehri civarında hükümetini sabit etmek üzere, Suba maliki Hedadazrı vurdu ve onun şehirleri olan (Bateh, Beoratay) Beoratay şehirlerinden pek çok pirinç aldı. (Mülukisani: 8 3 10)

Yine Tevratın (tevarihi evvel) kitabında buradaki iki şehrin adlan (Tabhet,khun) şekillerinde ayrı bildirilmiştir. 18/19,19/13-14).

Fakat bahsimize konu olan bu Suba memleketinin şimdiki yerinin neresi olduğu yolundaki nakiller de enteresandır.

— Halep doğu güneyindeki meşhur (Cabui) tuz gölünün güney çevresinde, (Halep salnamesi yıl 315, S:315).

— Orent-Asi ırmağının kuzeyindedir (Yakın şark 3/320-321.)

— Suba memleketi (Maverayı Ürdün’dedir (Ayni eser 3/143).

Görüldüğü zere Suba’nın nerede olduğu, hala tespit edilmiş değildir. Bununla beraber, burasını bize tanıtacak ve kuvetli ipuçları verecek bir şey varsa o da pirinç maddesinin bol bulunduğu dört şehri arama hareketi olacaktır. Ancak daha önce, pirinç maddesinin ne olduğunu ve neden yapıldığını ve nelere yaradığını inceleyelim. Bilindiği üzere pirinç denilen şey, kalay ve bakır madenlerinin eritilerek birbirine karıştırılmasından husule gelen bir halitadır. Bu halitayı elde edebilmek için o iki madenin bol olması gerekir. Biz bu Suba memleketini, öteden beri Antep bölgesinde olduğu kanaatiyle benimsemiş olduğumuzdan, Kalay ve bakır madenleriyle ilgili coğrafî mahalleri araştıracağız. Mesala Antep’in tek bir nahiye merkezi olan (Burç) aslını eskiler (Burcu Resas) şeklinde kaydetmişlerdir. Buradaki Resas sözü, Arapça (kalay) demektir. Demek ki vaktiyle burada bol bol kalay madeni bulunuyordu. Bir de Araban kazası çevresinde bir yer vardı ki buraya halk dili (Bakırca) adını vermiştir. O halde burada da zengin bakır filizleri olduğu anlaşılıyor. Pirinç halitasının vücuda getirilmesi için gereken ana maddeleri böylece öğrendikten sonra, adları geçen dört şehrin şimdiki yerlerini de aramak ve bulmak icap eder değil mi? Pirinç maddesinden ibrik, leğen, kâse, sahan, irili ufaklı ve çeşitli vazolar, tabaklar ve süs eşyaları yapılır ve kullanılırdı. Hz. Davud’un bu maddeyi böyle sanat eserlerini geliştirmek için ele geçirdiği şüphesizdir.

Adları geçen şehirleden biri: Batah olup, bunun bir eski şehir harabesi halinde görmek ve göstermek bu gün için asla kabil olmaz ve çok incelemek ve çalışmak ister. Fakat Coğrafî tabirlerdeki benzerlik dolaysıyla birtakım fikirler ileri sürmek mümkündür Biz bunu Antep’in mahallelerinden biri olduğunu öğrendiğimiz (Matta-başı) denilen yer olarak kabul ediyoruz.

İkinci şehir: Baruata’dır, bunu meşhur Suriye’deki (Beyrut) şehri olarak anlamaya asla imkân yoktur, çünkü, Akdeniz kıyısında bir sahil şehridir. Fırat diyarı ile ilgisi yoktur. Biz bunu da Burç nahiyesi çevresindeki (Burtu) adlı köy olmak üzere düşünüyoruz. Üçüncü şehir Khun olup bu şehrin yerini meşhur höyüğü de bulunan (Körkûn) olarak tasavvura bağlarsak, her halde bir şey zayi etmiş olmayacağız. Dördüncü şehir ise (Tabhet) dir ki bunu, geçen yılki seri yazılarımız arasında, Dülük’ten çıkan paralar arsında görülen (Debet) tabiriyle aynı görüyoruz ve bu Dabet kelimesini de o zaman, güney demiryolunun güney üzerinde ve şimdi Suriye sınırı içinde kalan (Edebet) köyünün yerinde olduğunu söylemiştik. Başta bulunan (e) katmadır aslı debet’tir.

Suba Krallığı hakkında bu suretle düşünce ayarladıktan sonra, şimdi asıl bahis konusu olan ve krallık merkezi olduğu anlaşılan (Suba şehri) üzerindeki incelemelerimizi açıklayalım. Bize öyle geliyor ki bu eski şehrin yerinde de bu günkü (Cuba) köyü vardır. Baştaki (C) sesi halk dilinde yaşadığı halde Yahudi dili bunu (c) sesine değiştirmiş ve Suba tabiri ortaya çıkarak tarihte bir karışıklığı meydana getirmiştir. Nitekim aynı Yahudi dili, Asur kralı (Sargon) un ismini de (Sarcen) haline sokmuştur.

Bu yolda bir çok örnekler vermek de çok mümkün ve kolaydır. Beteh, Beorata, Tahbet, Khun şehirlerinin bu günkü yerleriyle Cuba Köyü arasında mesafe bakımından pek o kadar uzaklıkta yoktur. Şöyle böyle hepsi, bugünün bir kaza dairesi kadar bir arazi sahasıdır. Cuba’nın her tarafından birçok eski eserler çıkmakta olduğu da köylüler söylemektedirler ki bu da burasının eski bir şehir harabesi olduğunun açık delilleridirler.

Bütün bunlar ek olarak (Birecik) kalasında yatan ve Sadiye Tarikatının kurucusu olan (Şeyh Sadeddin Cubavi) nin de buraya mensup bir batın eri bulunduğunu söylersek, Cuba’nın değeri maddeten ve tarihen olduğu gibi manen de katmerlenmiş olur sanıyoruz.

Şükrü ERDOĞAN