GAZİANTEPTE ANKARA ÜNİVERSİTE HAFTASI DOLAYİSİYLE DOÇENT DR. MELAHAT ÖZGÜ TARAFINDAN HALKEVİNDE VERİLEN KONFERANS

-80 inci sayıdan devam-

Fakat sembolistlerin böyle sembolleştirdikleri manayı, edebiyatımıza yenilik getirmek isteyen ve sanat anlayışlarını ‘’Garip’’ adlı müşterek bir şiir kitabında toplayan bugünün bir gurup şairleri, mânayı sembollerinden ayırarak, musikisinden sıyırarak, çırıl çıplak ortaya koymağa çalışıyorlar. Onlar müsiki istemiyorlar. Öyle ise dünya edebiyatı alanında büyük diye anılan, sayılan ve halâ yaşamakta olan şairlerin hepsi bu kusuru işlemiş bulunuyorlar. Bir Shakespeare bir Goethe, bir Viktor Hugo ve bir Fuzli’nin şiirlerindeki müzikalite inkar edilebilir mi? Divan Edebiyatımızın dili ölmüştür: ‘’Baki kalan bu kubbede hoş bir sadadır yani musikisidir.

Gerçi ‘’garip’’ in şairleri de ahenkli bir kaç kelimenin yanyana gelmesinden meydana çıkmış bir musikiyi melodilerindeki tenevvüü ve akorlarındaki zenginlikle muazzam bir sanat olan samimi musiki yanında küçümsemiyorlar, çünkü mahreçleri aynıdır. Mademki mahreçlerinin aynı olduğunu teslim ediyorlar, o halde şiirdeki müzikaliteyi inkar etmiyorlar; yalnız istemiyorlar. Çünkü sesleri bir senfoni halinde değil, ayrı ayrı başlı başına duymak istiyorlar. Her sanatın kendine ait hususiyetleri ve ifade vasıtaları vardır, diyorlar. Şiir söz söyleme sanatı olduğu için de onu terennüm değil, konuşturmak istiyorlar. Onlar için gerçek şair şimdiye kadar alışagelmiş olan vezin ve kafiye gibi kalasik şekil kayıtlarından uzak bulunur. Ahenk temin etmek için de onu terennüm değil, konuşturmak istiyorlar. Onlar için gerçek sair şimdiye kadar alışagelmiş olan vezin ve kafiye gibi klasik şekil kayıtlarından uzak bulunur. Ahenk temin etmek için bir takım şekil özebtilerine sapmaz. Şiirin bütün hususiyet ni (mane) ca arar. İşte yine manaya yani muhtevaya bir dönüş vardır. Yalnız şu fakla ki esilerde olduğu gibi, mana, kendi tabirleriyle insanın havası hamsesine değil, ruhiyatına hitap edecek ve orada bir musiki uyandırmayacak; bütün kıymetini sadece mana üzerinde toplayacak, içe bir ahenk vermeyecektir. Bundan vazgeçemeyen şairler bugünkü dünyayı dolduran insanlar, yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda bulurlar diyorlar. Öyle de olsa içlerinde acaba ahenk için tir özleyiş yok mudur? Ahenk, geçen devrin malı olabilir mi? Bütün didişmelerimiz bu ahengi bulamadığımız için değil midir? Konuşmalarımızda bile bir ahenk aramıyormusunuz? En hiddetli, en ihtiraslı sözlerimizin bile bir tonu, bir ahengi, bir musikisi yok mudur? Onları notalarla gösterecek olsak, her cümlenin bir çıkışı ve bir iniş olduğunu açıkça görürüz. Hatta her cümleyi, vermek istediğimiz manaya göre muhtelif ahenkte okuyabiliriz: Yahya Kemal’in Rindlerin ölümü neden iki beytini alalım. İlk mısradaki:

Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış

Cümlesi, pekala konuşurken de söyliyebilleceğimiz gayet sade bir mısradır; ve bu mısrası biz muhtelif ahenkte okuyabiliriz:

Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış

Dediğimiz zaman da mana, kabir üzerindedir. Yani Hafızın. Bir başkasının değil. Fakat:

Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış

Dediğimiz zaman da mana, kabir üzerindedir. Hafızın kabri olan, bir başka şeyin değil. Yine aynı cümleyi:

Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış

Diyede okuyabiliriz. O zaman ehemmiyet bahçeye verilmiş olur. Ve yahut:

Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış

Dediğimiz zaman da bütün mana gülün üzerinde toplanır. Bu mısraın nasıl okunması gerektiğini bize ikinci mısra gösterir:

Yeniden her gün açarmış gülün üzerindedir. O halde iki mısra arasında bir rabıta, bir bağ vardır. İşte, mısralar arasında ki bu rabıta, bu bağlılık bize şiirin ehengini verir; yoksa mısraların muhakkak surette vezin ve kafiye ile yazılmış olması şart değildir; yeter ki serbest ritim, ahengini bulabilsin. Bir müzik yaratabilsin:

Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.

Gece bülbül ağaran fecre kadar ağlarmış,

Eski şiirazı hayal ettiren ahenginle.

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde,

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter,

Ve serin selviler altında yatan kabrinde;

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.

İşte mısraların arasındaki bu ahenk, bu musiki kelime ve cümleler arasındaki ahenkten doğmaktdır. Konuşmalarımızda, isteklerimizin ifadesinde bile aradığımız bu ahenk, iç ahenktir; ve eğer yanılmıyorsam yeni şairlerimiz bu iç ahengi aramaktadırlar. Onu nazariyelerin de inkar etseler bile, eserlerinde edemeyeceklerdir. Ölmez şiirleri, ahenkli şiirleri olacaktır. Bugün ‘’Süleymaniye ahengiyle yaşamıyor mu? Sinan’ın diğer eserleri de ahenkleriyle anılmıyor mu? Sinan devrinin bir teceddüdünden ibaret olan, Mimar Mehmet Ağa ile başlayıp onunla biten ve zirvesini Sultan Ahmet camiinde bulan kısa teceddüt devrini aşacak olursak, sinan’ın klasismine karşı koyan ve yenilik isteyen mimarlar da heer şeyden önce onun eserlerindeki ahenge hücum etmişleri, fakat buna rağmen Sinan ayarında eserler yaratamamışlardır. Mademki şiirinde mimari gibi bir yapısı vardır; bu yapı insanın, insan da tabiatın eseridir. Ahenk tabiatın bünyesindedir. Seyyareler bile ‘’Faust’’ un başlangıcında dendiği gibi seyirlerini bir müsiki içinde yapmaktadırlar. Bunun için şiir musikidir, diyemeyiz, fakat musikisiz de şiir olmaz.