“Gaziantep’te Ankara Üniversite haftası dolayısıyla Dr. Melâhat Özgü tarafından verilen konferans”

Hangimizin içinde şiir ve mûsikiye karşı sevgi yok? Bu sevgi ile bir şiir okur, musiki dinleriz. Şiir ve musikî, güzel sanatların iki ayrı bölümünü teşkil ettikleri halde birbirlerinden ayrılmazlar, bubirlerine tesir ederler, birbirlerini, tamamlarlar, hatta birbirlerinin yerine geçmek isterler. Bu nasıl mümkündür şiir musikinin yerine geçebilir mi? musiki şiir olabilir mi? gerçi ikisi de işitme duygumuza hitap eder fakat aralarında bir fark vardır: Musikinin esası ahenktir. Şiir ise ruh hallerimizi kelimelerle verir. Kelimeler sanatkârane , bir şekil de yanyana dizilir, ve muayyen bir konuyu işler. Musikide jse muay yen bir konuya ihtiyaç olmadan ruhun duıumu verilir. O Halde şiir musiki olabilir mi?

Musikide duyuların hassasını andıran, bir hassa. vardır, Şiirde de muhayyilenin bir oyunu olmakla beraber, yine duduların hassasını an dıran bir hassa vardır; ve işte bu hassa ile şiir tıpkı musiki gibi duyularımıza bir tesir yapar. Bu, tesir ile de şiir, musiki gibi bir duygu sanatı olur. Fakat şiirde yalnız sesler değil, musikiden farklı olarak kelimeler: ve bu kelimelerin ihtiva ettiği mana ve fikirler de vardır ve işte bunun içindir' ki, onda his birliği kadar, mana ve fikir birliğide aranır: Onun musikî durumu yanında birde mantıki, durumu vardır. O, muhteva ile beraber hissi de ifade etmeli, .yani .musikisini vermelidir. Musiki, ruhun iç hareketlerine dıştan refakattir. Bazı şairler, bir dram yazmak ihtiyacını duydukları zaman bile kafalarında konu açıkça belirmeden önce ruhlarında musikiyi andıran bir takım müphem hislerin belirdiğini ve şairane fikir yani şiirin konusu onlara ancak sonradan geldiğini söylerler. Fikirleri yezmağa başlamadan önce açık değildir... ancak yazmağa koyulduktan soma onları açık, olar’ak görürler yani konularını hislerinin, musikisiyle bulurlar şiirle muayyen Ölmıyau müphem duygularım terennüm ederler, itiraf edelim ' ki ‘ bizi hayran bırakan eserler, muayyen olmıyan müphem, hisleri belirten sanat eserleridir.

Şiirile musiki harasındaki bu münasebeti başka yollarda da, görmek’ mümkündür Büyük romanların yapısı tahlil edilirken, hadiselerin insanın .ruhuna arka arkaya tesir yaparak içimizde bir hava bir ahenk meydana «getirildiği. görülür. Bunun içindir ki şiirinin musikisinden bahsederken üç noktayı dikkate almak lâzımdır:

1. kulağa gelen sesi,

2. ifade eden ahengi,

3. şiirin yapısını teşkil eden hadiselerin arka arkaya diziliş tarzı. . Bunlar şiir musikisinin üç nevini meydana getirirler. Bilhassa sonuncusunun konuyu-yürütüş tarzının, havayı değiştirmesi bakımından çok ehemmiyeti vardır. Meselâ herhangi bir şiirin kıt’aları ruhumuza bir büyüklük hissinden sonra bir güzelik hissini aşılarsa, içimizde korkunç bir hisden sonra gülünç bir his uyandırırsa bu değişikliği herkes, şiirin ince noktalarını sezemiyenler şiir için yaratılmamış olan lar bile anlar.‘Şiirin musikisinden bahsedildiği zaman scaba havanın bu değişikliği mı? Ruhdaki bu iniş çıkış mı? yoksa büjük ve güzel, korkunç ve gülünç mefhumlar tasarlanmadan, bu mefhumların yaratacağı hava mı kastedilir iç kulak bir iç ahenk mi duyar yoksa şair ya ratma anında kelimeler şuuruna çıkmadan önce kulakta bütün berrak ligiyle çınlayacak olan ahengi mi duyar bir mısraın veya mısraların düzenini mi tasarlar bilmiyoruz bunu bize sairler, kendileri söylesinler. Yalnız bir çoklarının İtiraflarına bakan onların mara ile dolu kelimelere geçmeden önce mısraların musikisini duyduklarına hükmediyoruz. Bununla da ölçü ve ahengi katılıyoruz.

Ölçü ve ahenk musikinin yapısını vermektedir. Musiki bunlarla sanat şeklini alır. Sanat alanında biz birbirine zıt şki türlü şekil verme tarzı biliriz:

  1. Birbirine nisbet etmek suretile ölçülerine çalışan bir sanat şekli
  2. Hiç ölçü istemiyen ve kanununu sadece muhtevadan alan bir sanat şekli

İlki, gayet sıkı bir şekli sağlar; ikincisis ise şekilsizliğe düşmek tehlikesindedir. Musiki sanatı, tamamiyle ölçülerdayardığından crun için şekilsizliğe düşmek tehlikesi yoktur. Bu sebepten de‘ “matematik musikinin kalbi ve ruhudur,, sözü yerindedir. Gerçekten musiki diğer bütün sanatlardan ve bilhassa söz sanatındaç çok fazla olarak muayyen ölçülerle çalışır. Sesler ancak hesapla yanyana gelir. Ses perdeleri hesapla birbirine bağlanır. Seslerin birbirlerine nisbetle yükseklikleri hesapla tayin edilir; ve bu hesaplıdır ki, hangi sesin hangi sesin yanında bulunması gerektiği anlaşılır.

Şiirin de bir ahengi vardır. Biliyoruz: Musikinin işaretleri notadır. Notalara biz bir musiki parçasının ahengi bulur onu beste ile okuyabiliriz. Ses sanatının söz sanatından çok daha fazla olarak matematiğe dayandığına şüphe yoktur. Musikinin malzemesi yani sesler, sanat şekillerini çok daha geniş bir oyun alanında alabilirler. Sadece duyurmakla kalmıyin, ayni zamanda bir manası olması gereken sözler, hiç bir zaman muşild gibi yalnız seslerin nissbetine göre, bağlanamazlar. Bunun içindir ki, nusikide eserlerin şekli şiir sanatından çok daha çabuk anlaşılır. Verilen hükümler arasındada o kadar büyük bir fark yoktur. Halbuki şiir alanında muhtesa estetikçileriyle şekil estetikçileri durmadan çarpışırlar.

Eserin yapısına gelince: Burada da bir şarkının yapısı ile bir sonenin yapısı arasında bir benzerlik vardır. İkisinde de bazı kısımlar tekrarlanır. ikisinin de muayyen kanunları vardır; ve işte bu noktad.an musiki şirin bilhassa, şeklini aydınlatır, iki bölümç ayr.ılnıış olan şiir, musikinin iki devresine veya iki devre gruplarına, tekabül eder:

  1. ilk deyre, birinci sesden başlar yç beşinci sese, götürür.

2. ikinci devre, beşinci sesden başlar ve birinci sese götürür.

Bu suretle her iki kısım birbirlerine bağlanmış olur ve başı ile sonu aynı ton, yani, birinci tonla başlar ve biter.

üç devrelilerde bu birlik daha kuvvetle sezilir: ikinci bölüm, birinci bölüme tezaddır; üçüncü bölüm ise ilk bölümü tekrarlar. Bu hadise bir çok defa başka birliklerde sona gelinceye kadar tekerrür eder. Bu tekerrürler de nekarat hissini verir. Birnmisal, olmak üzere yeni şairlerimizden Ziya osman Saba ‘nın (Yağmurlu bir günde) başlıklı şiirini alalım:

O kadar istedi ki bir şeyi bugün içim,

Dedim kendi kendime : Bari çocuk olsaydım.

Bana bir camdan yine seyrettirseydi dadım

Yağmurun yağdını bahçeden, sicim sicim

Üşümezdi bu yağmur gününde böyle içim

Kulağıma öpüşle fısıldansaydı adım

Artık dönebilseydim geriye adım adım

Benim işte önümde kalmamış bir sevincim

Dünler, evvelki günler geçen aylar ve yıllar

Beni götürseydiler doğduğum eve kadar

O evin taşlığında sevinçten ağlasaydım

Son günümde olsaydı ufak, o kadar ufak

Ki yavaşça en tatlı bir masala dalarak

Ve bir anne dizinde büsbütün uyusaydım

Gayet sade çınlayan bu şiirin yapısını tetkik edecek olursak, bunun üçe bölündüğünü görürüz: Karşılıklı iki konu bütünü bağlıyan bir konu ile başlamaktadır.

1’nci kısım: Çocukluk denilen saf, temiz ve mesut çâğıri hasretini anlatır.

2’nci kısım: Geçmiş bir saadetin izrirabını verir.

3’ncü kısım: Yine çocukluk hasretini tekrarlar fakat değişik bir şekilde.

Dördüncü kıta ise acıklı bir hava ile. biter;

“Son günümde olsaydım, ufak o. kadar ufakki yavaşça en tatlı bir masala dalarak, Ve bir anne dizinde büsbütün uyusaydım Böylece birinci ve ikinci kıta, birbirlerine, tezat üçüncü ve dor düncü. kıta da birbirlerini, tamamladıklarından şekil dörde ayrılmış olmakla beraber şiir üçe bölünmüştür. Fakat bu üç bolüm her sone ye has değildir.

Umümiyetle sonelerin

1’nci kıtası bir. davayı ortaya koyar.

2’nci kıtası o davayı ispat eder.

3’ncü kıtası bunu teyit eder.

4’ncü kıtası neticeyi çıkarır.

Bunun içindir ki: sone şekli fikir teatisine çok elverişli gelmekte din insanı-uçan hislerin diyarından kat i fikirlerin diyarına indirir.

Bunun içinde ilk iki kıta memnunluk hissiyle karişık Hafif Heyd canlar verir, üçüncü kıta, müthiş bîr gerginlik gösterir. Son kıta ise meseleyi: halleder. Böylece şiir, tezatlardan mürekkep bir ahenk verinektedir, yani tezatları yumuşak hislerle- terennüm eder; Tıezaflarıır yumuşak hislerle terennümü, hareketi meydana getirir ve bu hareket işte şiirin ahengini verir. Böylece konusunu yürütüş ve motiflerini birbirine dolayış tarzille musikisini peşinden sezdiren şiire promuzikal şiir ve yalnız seslerini yani ahengini kulağa, aksettiren saf. akkustik şiire de müzikal şiir deniliyor; yani ahengini kendiliğinden duyuran bir şiir, ile ahenge besteye ihtiyacı, olan bir şiir nevî birbirinden ayrılır. Musikisini ahengini kendiliğinden duyuran şiirler bilhassa halk şiirleri arasında pek yoktur.Misal olmak. üzere.Karaeaoğlandaıi bir şiiralalım!

Koyum meler kuzu meler Sular hendeğine dolar,

Ağlayanlar bir guu güler

Gamlanma ganisi gamlanma.

Yiğit yiğite yad olmaz

İyilerde ham süt olmaz

Bin kaygu bin borç ödemez

Gamlanma gönül gamlanma

Yiğit yiğitin yoldaşı

At yiğitin öz kardaşı

Sağlıktır cümlenin başı

Gamlanma gönül gamlanma

Yiğit yiğitle yar olur

Kötülerde ham süt olur

Kara günün ömrü az olur

Gamlanma gönül gamlanma

Nâçar Karaca oğlan nâçar

Pençe urup göğsün açar

Kara gündür gelir geçer

Gamlanma gönül gamlanma

Bu şiirde tekrarlanan kısımlar:

Gamlanma gönül gamlanma

Sanki beste ile söyleniyormuş gibi kendisini söyletiyor; aynı zamanda da metindeki fikrin sebeplerini daha kuvvetle belirtiyor.

Gamlanma gönül gamlanma

Deyince derhal sebeplerini soruyoruz ve böylece şiir kolaylıkla kavranılıyor.

Musikisini kendiliğinden sezdirmiyen, ancak bestelemeğe elverişli olup musiki şiiri desteklerse o zaman o şiir müzikal olur. Bü yük bestekârların bestelemek için seçtikleri şiirlerin çoğu bu neviden şiirlerdir. Müzikal şiirin son kıtası şiirin bütününü içine toplar, sondan evvel gelen kıt’a ise hükmü verir, ilk iki kıt'a da birbirine zıt olarak girişi temin eder. Eğer hüküm, en yüksek sesi veriyorsa, son kıt’a, sesi düşürüyor demektir. Fakat çok defa da hüküm sonda gelmektedir. O zaman şiir hafif bir müzikle başlar ve sonda kuvvetli bir neticeye varır; fakat her iki halde de şiir müzikalıdır ve müzikal olarak duyulması lazımdır. Bunu, yeni şiirlerimiz arasında Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun (Saadet) adlı şiiri çok kuvvetle duyurmaktadır:

Tap burda

Tab şurda

Tap kapının arkasında

Tap göklerin ortasında

Pencerenizden görülür

Gözlerinize sürünür

Binbir kiaveye hürünür

Perçem değil ki tutasın

Afyon değil ki yutasın

Rüzgar değil esüp geçsin

Günah değil unutasın

Saat elsa durdururdun

Yapı olsa kurdururdun

Adı sanı belli değil

Kitaplardan sordururdum

Ne Haymana’nın düzünde

Ne yedi kat gök yüzünde

Ne yirmi beş yaşındadır

Ne bir huri kaşındadır

Gözlerimin içindedir

Bazen bana benden yakın

Bazen bana benden uzak

Yine benim içimdedir

İşte saadeti orada burada, kapı arkasında aramakla başlayan şiir, onun ancak insanın kendi içinde olabileceğini ifade eden kesin bir hükümle bitmektedir. Burada da yine şeklin altı kıt’ası iç şeklile üçe bölünmüştür:

Birinci ve ikinci kıt’alar: konuyu veriyor, adetin nerelerde olabileceğini anlatıyor.

3 üncü ve 4üncü kıtalar: mahiyetini tezatlarla ortaya koyuyor; onun neler olmadığını belirtiyor.

5 inci kıta; yine 1inci ve 2inci kıtayı, yalnız başka bir şekilde tekrarlıyor.

Son kıta ise kuvvetli bir hükme varıyor: kesin olarak saadetin insanın içinde olduğunu söylüyor.

‘’Ne Hint dedir ne Çindedir

Gözlerimin içindedir

Bazen bana benden yakın

Bazen bana benden uzak

Yine benim içimdedir.”

Sözlerinin musikisini duyan şair, hiç şüphe yok ki, burada da tesir yapmak istiyor. Kelimelerin manasından ziyade ahengine bakıyor; çünkü mana ve fikir, sanatkârane olmayan yoldan da verilebilir. ‘’insan notalarla düşünemez mi suali çok dikkati çeker. Madamki fikirden uzak. Basit düşünceli insanlar da tatlı tatlı konuşabiliyorlar, o halde neden tatlı sesler içinde düşünmek mümkün olmasın? Aşk mısraları buraya girmiştir ve yeni şairler, sadece güzel kelimelerle, hiç mânası olmayan, hiçbir fikir vermeyen, muhtavasız şiirle yazmaya başlamışlardır. Fakat burada da yine muhteva ile şekil estetikçilerin zevkleri ayrılır:

a) Muhtevaya ehemmiyet verenler, şekli ihmal ederler;

b) Şekle ehemmiyet verenler ise şiirin yalnız musikisine bakarlar, kelime cümlenin manasını, musiki uğruna feda ederler.

Bilhassa imperesyonistler sadece kulağa hoş gelen sesi ararlar, güzel çınlayan kelimelerle ruha tesir etmek, iç âlemimizde bir mana uyandırmak isterler. Onlarla görüşünüz dıştan içe değil, içten dışa doğru teşekkül etmeğe başlar: ‘’Sesler, insanın kalbinde teşekkül eder. Kalbi harekete getiren her şey seslerle dışarıya çıkar. Bu da sembolizme güzel bir geçittir.

İçimizde teşekkül eden manalar, sembollerle dışarıya çıkar. Semboller, kelimelerin mutat manalarını atarak, haiz oldukları manadan ayrı olarak bir mana alırlar. Kelime grupları gramerin ve kullanışın vücuda getirdiği tedaileri bozar, mısralar da musiki ile manadan ayrı olarak şiir heyecanını uyandırmak ister görünür. Görünür, diyorum; çünkü manayı atmaz, manasızlaşmaz, yalnız kelimelerin mutad manalarını musiki ile değiştirmek, her birine bir sembol değeri vermek ister. Bunun içindir ki, sembolistleri herkese şahsi temayüllerine ve ihtizaz kabiliyetlerine göre duymakta ve anlamaktadırlar. Ahmet Haşim. (Piyale) sinin başına koyduğu ‘’Şiir hakkında bazı mülahazalar’’ ında: Şairin lisanı nesir gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş musiki ile söz arasında mutavassıt bir lisandır… Şiir bir hikaye değil sessiz bir şarkıdır’’ der. Fakat bundan güftesiz bir beste anlaşılmasın; çünkü Haşim’in şiirleri mâna ile doludur. Hem öyle ki, herkes onları kendine göre, istediği gibi tefsir eder. onun en tanınmış: (Bir günün sonunda arzu) adlı şiirini alalım:

Yorgun gözümün halkalarında

Güller gibi fecr oldu nümayan;

Güller gibi… sonsuz, iri güller,

Güller ki kamıştan daha nâlan,

Gün doğdu yazık arkalarında!

Altın kulelerden yine kuşlar,

Tekrarını ömrün eder ilan,

Kuşlar mıdır onlar ki her akşam,

Alemlerimizden sefer eyler?..

Akşam, yine akşam, yine akşam

Bir sırma kemerdir suya baksam,

Akşam, yine akşam, yine akşam,

Göllerde bu dem bir kamış olsam!

Bu şiirde mana yok diyebilir miyiz? Güller, altın kuleler, kuşlar, sırma kemerler, mutad mânalarile değil, diziliş tarzlarile bir musiki havası yaratıyorlar ve mânayı bize bu hava içinde âdeta duyuruyorlar. Önümüzde derhal bir tablo canlanıyor. Günün doğuşu, güllerin açılışına benzetiliyor. Altın kuleleler, ufku belirtiyor. Kuşlar, hayatın başlangıcını ilân ediyorlar. Sonra yine akşam oluyor. Ve bugün dönümleri tekrarlanıyor. Yine akşam, yine akşam. Bu sürekli devir, kavsini sularda aksettiriyor ve sırmadan bir kemer halinde görünüyor. Ona bu sırma vasfını sabah ve akşamın ışıkları verdiriyor. Göllerde bir kamış olmak isteği de, bu manzaranın içine karışmak, onun bir unsuru olmak arzusundan doğuyor. Böylece sembolistler mânayı atmış, mânasızlaşmış değillerdir. Onu sadece sembolleştirmişlerdir. Ahenk, mânasız değil, yine sembollerde beraberdir.

(Arkası var)