Zaman, hatıra ve acıların altına iki çizgi çeker derler. Bu, belki ferdî kaygı ve düşünceler için doğrudur. Fakat bütün bir milletin acıları için aslâ!

Fransa, Alses Loren için 40 sene bekledi. Türk milleti Hatayı aradan 20 sene geçti de unutmadı ve asırlar geçse idi yine unutmayacaktı.

Hataylılar Anavatana, anavatandakiler de Hatayına o kadar bağlı kaldı ki yirmi sene bütün millî heyecanın kaynağı Hatay oldu.

Gönül işlerinde ekseriya vuslat heyecanın ölümü iken, şimdi Hatay tamamiyle kollarımızın arasında olduğu halde heyecanımız aynı şiddetle devam etmektedir. Bugün yalnız bir Hatay kelimesi kalblerimizi heyecanla doldurup taşırmaya kâfidir. Bu da bu davanın şuurumuzda ne derin izler bıraktığını gösterir.

Evet, Türk milleti Hatayı o kadar unutmamıştı ki daha ilk günlerde Büyük Atasının ‘’40 asırlık Türk yurdu esir olamaz’’ düsturunu kalblerine nakşetti ve yirmi sene bu düsturdan aldığı heyecanla meydanlarda, çaylarda, bayramda, her yerde ve her zaman coştu, taşdı, söyledi ve yazdı.

Türk şairleri sevgililerine şiir yazmayı unuttular, Hatayın hasret ve elemini terennüm ettiler. Türk gazeteleri en kıymetli sahife ve makalelerinde Hatayın ve elemlerini haykırdılar. Kürsüye çıkan her hatip bambaşka mevzulardan bahsettiği zamanlarda bile yine Hataydan bahsetmeden kürsüden inmezdi.

En hücra Anadolu köyünde Mehmedin ateşini karıştırırken Fatmasına bahsettiği şeyle, en lüks salonlarda kadehler kalkarken söylenen şey aynı idi; Hep Hatay!

Hatay!

Dükkân tabelâlarından sıgara tabakalarının üzerine varıncıya kadar her şeyi de bu ad süsledi.

Hataydan bir ırkdaşımızın gelmesi eski Hacıların Hacten dönmesi kadar sevinç verirdi. Hele bir vatandaşın Hataya gitmesi Hatayı heyecana boğardı. İşte bir misal ki Hatayın kurtuluş destanlarında yer almaya çok lâyıktır:

Ana vatanın büyük menfaatları için daha heyecanımızı dışarı hissettiremediğimiz zamanlarda idi. Gaziantep valisi Akif Eyidoğan 1934 senesi Daimî hudud komisyonunda Türkiyeyi temsil etmek üzere Fransız delegesiyle görüşmek için Hataya gitmişti. Halk bu haberi nereden ve ne çabak duymuş. Köylerden, şehirlerden, yedisinden yetmişine kadar bütün halk daha gece yarısından yola dökülmüş... O gün akşama kadar beklemişler gelmemiş, ertesi gün yine, hatta daha erken ve daha kalabalık olarak İskenderundan Antakyaya kadar bütün yolları kapamışlar, daha ufuktan Vilâyet otomobilinin al bayrağı görünür görünmez herkesi bir titretme ve bağrışma almış ve annesinin kucağına koşar gibi otomobilin üzerine uçuşmuşlar. Otomobili o kadar candan kucaklamışlar ki otomobil dakikalarca omuzlar üzerinde gitmiş ve bir an havasızlıktan boğulan vali:

— Aman kardeşler boğuluyorum, nefes alamıyorum biraz açılın demesi üzerine

Oradakiler hep bir ağızdan

— Biz yıllardan beri boğuluyoruz, bizi biraz bırakın, yurdumuzun tozuna bayrağına yüzümüzü gözümüzü sürelim demişler ve teker teker küçük bayrağı öpmüşler, yüzlerine gözlerine sürmüşler ve zabtedemedikleri sevinç ve hasret yaşlarını dökmüşler. Bayrağa o kadar gözyaşı akmış ki biraz sonra bayrak ta onlara iştirak, etmiş, ve ucundan damla damla göz yaşı akmaya başlamış... Bu vaziyete dayanamayan vali, Antakyanın Köprü başından Turizm oteline kadar beş dakikalık mesafeyi izdihamdan iki saatta kateden otomobilinden kendini kapalı odasına dar atmış ve heyecandan dakikalarca göz yaşı dökmüştü.

Türk milleti bu kadar coşkun heyecanını nasıl zabtetti? İşte bu da Türk milletinin bir meziyeti ya! Hem zaten fizyoloji ve ruhiyat ilimleri medenî ve asil milletle vahşi milleti bir bakımdan da heyecanlarındaki vasıfla ayırırlar. Vahşi, çabuk kabaran, kesin fakat çabuk sönen kısır bir heyecana maliktir. Medenî insanlar ise muntazam bir yükseliş ile sürekli bir heyecan taşırlar. Derler, medenîler arasında da bu bakımdan tasnif yaparlar.

Bu son davada Türk milleti vekarlı sükûneti ile bu vasfın en yüksek derecesini göstermiştir. Bu sayededir ki dünyanın şu en buhranlı zamanında sulh ile zaferi kucaklaştıran cihanın siyasetini kazandı. Fakat dünya üzerinde hegemonya kurmak isteyen Totaliter devletler kendileri her gün küçük bir devleti tarihe karıştırırken bizim bu zaferimizi bir arazi ilhakı, bir emperyalizm başlangıcı olarak tavsif ettiler. Bu, güneşi balçıkla sıvamak kadar kötü bir inkârdır. Hataya kavuşmamız bir ilhak değil, annesinin kucağından zorla ayırdılan bir evlâdın tekrar annesinin kollarına atılışıdır...

Hatayla anavatan arasındaki bağ dünün İdarî bir rabıtasından ibaret değildir. Onun kökleri asırların derinliklerine kadar uzanır.

Büyük Atamız bunu asgarî 40 asırla ifade etmiştir... Bugün Hatayda yapılmakta olan kazılar bu hakikati İlmî bir katiyetle isbat etmektedir. Herkes ne derse desin Hatay bizimdi; bizim oldu.

Yazan: Sabrı̂ HAKSEVER