Sene 1881...

Türkün bahtını değiştiren memleket: Selânik!

Selâniğin mütevazı bir mahallesinde, küçük bir evde, bir çocuk ağlıyor. Doğan çocuğa Mustafa adını kovdular. O ağlarken, ev halkı, bütün mahalle gülüyordu. İşte Mustafa Kemalin büyüklüğünün ilk işareti:

“Yâdında mı, doğduğun zamanlar,

Sen ağlar iken gülerdi âlem...

Bir öyle ömür geçir ki, olsun,

Mevtin sana hande, halka mâtem!”

Sene 1920...

İstanbul işgâl ediliyor...

Kır atının üzerinde, bir zulüm heykeli gibi duran, mağrur işgal ordusu Generali Franchet d’Esperaille İstanbula giriyor...

Kendisini karşılamak için çalan Osmanlı Mızıkası, atını ürkütünce, General gâlibiyetin verdiği küstahlıkla, kırbacını mızıkaya savuruyor: Sus!...

Bütün İstanbul, bütün Türkler ağlıyor:

“Ne hüsrandır ki şarkın ben vefasız, kansız evlâdı

Serâpâ garba çiğnettim de çıktım hâk-i ejdâdı...

Ne zillettir ki, nâkûs inlesin beyninde OSMAN’ın,

Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevla’nın

Ne hicrandır ki, en şevketli bir mâzi serâp olsun.

O kudretler, o satvetler, harap olsun, türap olsun.

Dolaşsın sonra İslâmın haremgâhında nâmahrem,

Benim hakkım sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!”

Sene 1922...

Generalin Osmanlı mızıkasına savurduğu kırbaca, müstevli ordulara Akdeniz kıyılarında indirdiğimiz kılıçla cevap vermişiz!..

İstanbul’a Mustafa Kemal’in ordusu giriyor!

Ellerini göğe açanlar, kendini Türk atlarının ayaklarına atanlar... Mini mini yavrular, ellerinde kâğıttan Türk bayrakları, atlıların önüne koşuyorlar. İstanbul göklerine gene Türk Bayrağı çekildi. Bütün İstanbul, bütün Türkler ağlıyor!..

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,

Sönmeden, yurdumun üstünde tüten en son ocak,

O, benim milletimin yıldızıdır, parlıyacak,

O, benimdir; o, benim milletimindir ancak.

Sene 1938...

İstanbul sessizlik içinde... Bir fotoğrafhanenin vitrininde, Atatürk’ün siyah tüllerle örtülü büyük bir portresi var! Üç küçük çocuk, çantalarını yere bırakmışlar, alınlarını cama dayamışlar, hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar! Atatürk öldü!..

Dolmabahçede ağaçlar yapraklarını döküyor... O, bir daha dalların yeşerdiğini görmeyecek... Boğazın suları, kendini kayalara vurmaktan vazgeçmiş, sessiz, yaslı akıp gidiyor... O bir daha dönmüyecek...Bayraklar boyunlarını bükmüşler, rüzgârla başlarını sağa sola vuruyorlar; Atatürk bir daha gelmiyecek...

“Dökün yaprağınızı dallarım, dökün,

Akın yaslı yaslı sularım, akın,

Bükün boynunuzu bayraklar; bükün,

Bir alınmaz Kale’m vardı yıkıldı...”

Âdil DAİ