26 Eylül 1932’de Dolmabahçe’de yapılan bir toplantıda Türk dilinin değerini belirtmek, onu melez bir dil haline sokan yabancı kelimeleri çıkartarak gerçek güzelliğini göstermek için başlıca iki yol takip edilmek isteniyordu:

1. Dilimizi yabancı şekillerden, yabancı kurallardan, yabancı, kelimelerden kurtarmak.

2. Kültür hayatımız için gerekli olan kelimeleri ana dilden bulup çıkarmak.

Amaca varılmak için takip edilen bu iki yolda, bugüne kadar geçen zamanda, iyi veya yanlış sonuçlar elde edildi: Yanlış sonuçlar elde edildi, çünkü dilimizi melezlikten kurtarmak için yapılan temizlenmede yabancı kelimeler, yabancı kurallar atılırken, diğer taraftan başka yabancı dil hazinelerine el uzatılıyordu. Fakat son senelerde dil aydınlarımız bu yanlış sonuçları, yok etmesini bilmişler, dilimizi zenginleştirecek olan kelimelerin en güzel, en temiz, ve en verimli kaynağının, Türk geleneklerinin köklü bir şekilde yaşadığı Halkta olduğunu anlamışlardır. Bundan sonradır ki sevinç duyacağımız iyi sonuçlar elde edilmiştir.

Dil her şeyden önce bir zihniyet, bir ruh ve bir deha işidir. Kalıp ne derece sade, açık ve uygun olursa olsun, bu zihniyet, ruh, daha özleşmiş değilse dil yine yabancı, yapmacık, ölü kalır. Bu zihniyet, ruh ve dehanın kalıplarda gerçek olarak özleşmesini halkta görüyoruz. Bu bakımdan eski Türk dil geleneklerini içinde yaşatan bu kütle, dilde yapılacak devrimin esaslı bir temelini meydana getirir. Acaba dilimizi eski Türk dil geleneklerine göre nasıl zenginleştirebiliriz? Baltacıoğlu bu soruya şöyle bir cevap veriyor: “Dilimizin kalıp gelenekleri gibi ruh ve zevk geleneklerini aramakla”. Gerçekten bizim dilimizin bir kalıp geleneği vardır. Bu kalıp geleneği, az çok bozulmakla ve değişmekle beraber, devam etmektedir. Biz bu kalıplara göre cümleler yapar; kelimeleri söyler, bir takım ilgili kurabiliriz. Yani vaktiyle atalarımız nasıl yapmışsa biz de öyle yaparız. Halbuki zevk gelenekleri bugün unutulmuştur. Bugün yabancılardan aldığımız edebî türlerin bizde ilkselleri olan halk efsaneleri, masallar;

Âşık kerem, köroğlu.. hikâyeleri, Yunus Emre, Kaygusuz, Karacaoğlan gibi ozanların eserleri zevk geleneklerimizin gerçel ve en temiz kaynaklarıdır. Vazgeçerliği,

Yüksek kara dağlarım sana yaylak olsun

Souk Souk sularım sana içit olsun

Tavla tavla şahbaz atlarım sana binit olsun

Tünlüğü altun ban evim sana gölge olsun.

Diye şahsında timsalleştiren, yüksek bir ülkünün etkisile aşkısı,

Aşkın odu ciğerimi

Yaka geldi yaka gider

Garip başım bu sevdayı

Çeke geldi, çeke gider.

Diye söyleyerek sevgilisine,

Bülbül olsam varsam gelsem

Hakkın divanına konsam

Ben bir yanıl alma olsam

Dalında bitsem ne dersin

Sen bir yanıl alma olsan

Dalımda bitmiye gelsen

Ben bir gümüş çövmen olsam

Çeksem indirsem ne dersin

Diyen, ruhundaki ölmezleşen kahramanlığı,

Koç Köroğlu girdi meydan almağa

Nâra vurup düşmanlara dalmağa

Yemin ettim yedi derya dolmağa,

Doldurun denizi basın kılıcı

Diyerek anıtlaştıran Türk, dilimizi zenginleştirmek için bize batı rüzgârları kadar saf, Fakat çağlayanlar gibi fışkıran kaynaklar vermiştir. Bu kaynaklardan faydalanmağı bilmek ana dilimizin değerini yükseltmek demektir. Ancak bu yolda, yani gelenekçilik yolunda, yapılacak dil devrim ülküsü, bize karışıksız, temiz, güzel bir dil vermeklek, gerçek olacaktır.

Yazan: Suat BALLAR