Feliks ve karısı Anjel otuz beş yıl bu şatoda hizmet ettiler. Feliks ahırda yahut bahçede; üstü başı temiz, sevimli, beyaz yakalıklı, önlüksüz Anjel ise mutfakta.

Önce şato sahibi sonra hanımı öldü. Şato uşaklara miras kaldı. Fakat bu, hayatlarında bir değişiklik yapmadı, eskisi gibi, alıştıkları tavan arasında ve mutfakta oturdular. Diğer odalar ve o büyük oda kapalı kaldı. Sonra Anjel öldü. Komşular: 'Ne nazik, ne iyi kadındı, şatonun sefasını süremedi dediler.

Feliks çok ağladı; içmeğe başladı, sonra herkesten kaçar oldu. Etraf: “Keder, ihtiyarlık, yalnızlık, yazık oldu! İyi kalpli şakacı bir adamdı" dedi.

Kışın saat dört oldu mu şatonun kapıları, panjurları kapanır.

Feliks’in elinde bir sepet şişe, mahzenden yukarı çıktığı görülür.

Karanlıkta, ocağın yanı başında, artık çorbayı yer ve içmeğe başlar. Kendi kendine konuşur, bazen inler yahut öfkelenir. Bir gün, komşular bir gürülü işitir gibi oldular; kavga var zannederek koşuştular: Hayır Feliks yalnızdı, kocaman evde tek canlı o idi.

Fakat karanlık bastıktan çok sonra mutfakta bir ışık yanar ve büyük odanın panjurları ardından tekrar görünmek üzere kaybolur.

Çok defa, şafak sökünceye kadar, yakın evlerin dedikodu konusu olan sayıklamalar, sitemler, yeminler, tehditler, solumalar, inlemeler, bütün bir hayaller komedisi başlar.

Evlerde durulamayan berrak ve ağır bir Ağustos gecesi. Bir aydır bir damla yağmur yok; olgun meyvalar ağaçlardan düşüyor. Böyle havalarda insan nasıl uyur. Herkesin bir rüzgâr esintisini, semada bir bulutu, bir fırtınayı özlediği bu gecede sakin ve sessiz guruplar kapıların önlerinde bekleşirlerken, sönmek bilmeyen ışık onlara uğursuz kaderin küstah bir habercisi gibi göründü. Bir komşu kadın pencere aralığından içerisini gözetledi. Efendilerin odasında, bir koltuğa ilişmiş, gözleri kanlı, sakalı gözyaşları, salya ve şarapla ıslanmış, yarım bir bardağı titrek elleriyle tutan Feliks, karısının fırsat buldukça merhum şato sahibiyle beraber yattığı ortadaki büyük yatağa bakıyordu.