Biz medeniyet hastasıyız

Kanı kurumuş damarlarımızın

Yataktan kalkar kalkmaz birşeyler kopar içimizde

Ansızın.

Yarım asır boyunca maddeye kul-köle olan biz

Bütün ümitlerin kopup, bütün gerçeklerin erimesine rağmen

Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar

Bütün riyâkârlık gücümüzle ilâ maşallah

Samba ve mamboyla al tekke-ver külâh ederek

Ter ter tepinmekteyiz.

Bir vakitler,

Tertemiz dağ çeşmeleri gibi duru,

Akvam-ı beşer olduğundan memnun

Allah’ın nuru ve İsrafil’in suru olduğuna inanırdık.

Bizim olmayana bizim demezdik.

Günbegün kalbe karanfil ruhu gibi damlayan

Ve yalnız kendi mecrasında akıp duran biz

Bir görün, şimdi ne haldeyiz.

Biz üzerlik otuyuz

Issız dağın başına gelip konmuş

İhtiras rüzgarlariyle gıcım gıcım gıcılıyan

Dertli kavak ağaçları gibi

Kendi halimizden

Ancak kendimize şikâyet eder dururuz.

Ne kapımızı çalan bir el vardır,

Ne ateşli alınlarımızı serinleten bir yel

Ve ne de yıllar yılı özlediğimiz diyarlardan

Sımsıcak dudaklarının hafif bir kıpırdanışiyle

Bize “gel” diyen bir güzel…

Tek teselli içki mi?

Koyu sigara dumanlariyle kaplı meyhaneler,

Durmadan hayâl kurup durduğumuz

Düşünceli, uzun geceler

Kendimizi avuttuğumuz yitik ümitler

Derdimize çare,

Yaramıza merhem olur mu?

Kim aldatmış bu kadar insanı,

Kim koparmış mem’nu meyveyi dalından

Dünyanın kâinat cenneti olduğuna dair

Hiç kimseler inanmasın

İnanmasın hiç kimseler

Gerçeğin günlük-güneşlik ortaya çıktığına

Âdem ile Havva masalından.

Hür bir kuşta kafese karşı özlem,

Denizdeki balıkta akvaryuma hasret,

Sabır taşında telaş görülse ne denir?

Siz söyleyin, kısır bir anadan evlât,

Gün doğmayacak tepelerden ümit,

Nasıl beklenir?

Ve doğrusu...

İnsan eli, insan emeğiyle kurulan

Bu canavar medeniyet hastalığının pençesinde ölmek

İnsana ağır gelir.

Nahit GÜÇLÜ