Yazan: Lermentof

Çeviren: B. ÇİNKILIÇ

-II-

Arkasının son ucu mavi sisler içerisinde seraplaşan hediye yüklü deve katarile Tamaranın nişanlısı düğüne geliyordu. Beyaz bir atın üzerinde, pırıl pırıl parlayan kılıç ve hançerinin kınları, ara sıra rüzgardan kabaran elbisesi ve eğer takımlarından dışarıya doğru akan ipekli püsküllerile muhteşem bir tabloya benziyordu. Güneş yamaçlarda sönüyordu. Vedilere çökmiye başlıyan akşam sessizliği içeriside develerin çıngırak sesleri perde perde enginlerde uçuşuyordu.

Argava nehrinin sarp, dar ve tehlikeli mıntıkasına gelindiği vakit akşam hayli ilerlemişti. Yalçın kayalıkların ortasındaki harap mabedin pencerisinden yarasaların koşuştukları görülüyordu. Bu mabedde yıllarca evvel müntakım bir silah ın öldürdüğü bir prens yatıyordu. Halk burasını bir ziyaretgah yapmıştı. Her geçen yolcu, harbe giden her muharip bir vakfe burada duraklar; Müslüman hançerinden korunmak için dua ederlerdi. Bu an’a neye riayet etmiyenlerin işleri rast gitmezdi.

Tamaranın nişanlısı bu geçişte ananeye ehemmiyet vermedi. Çünkü Şeytan yeni bir desiseye baş vurmuştu. Delikanlının kafasında bir takım hayaller yaşatarak aklını başından aldı.

Mabedi geçip yolun dönemecine geldiği sırada iki insan gölgesinin süratle yanından geçtiğini ve bunların arkasını daha bir çok gölgelerin takip ettiğini gördü. Bir silah patladı. Buna bir başka tüfek cevap verdi. Bir uğultu yükseldi. Delikanlı evvel hayret etti. Sonunda atının dizginlerini gerdi. At iki ayağı üzerine şahlanarak bir rüzgar gibi geriye fırladı.

Eşkıyalar kervana hücum etmişlerdi. Kılıç, kalkan, silah hayvan ve insan sesleri gecenin sukunetini parçalayordu. Genç kahraman gözlerinden ateş püskürerek düşmanların arasına atıldı. Kollarından takatı gidinceye kadar çarpıştı. Nihayet arkadan gelen bir hançer darbesile vuruldu. Vahşi bi feryat boğuk bir inilti dağları sasrtı. Atının yelesine sarılı kaldı. Bunu gören Gürcüler korkudan kaçıştılar, çok geçmeden kervan yağma edildi. Ve yine her şey eski sessizliğine daldı.

Sahibinin vurulduğunu hisseden Perensin atı süratle meydandan uzaklaştı. Çılgınca uçup gitmiye başladı. Prensin yarasından akan kanlar pıhtılaşmış yeleyi tutan parmaklar arasında donmuştu arasında donmuştu. Dudakları hayatın iini taşımıyorlardı.

At bazan koşarak bazan en ufak rüzgar hışırtısına kulak kabartarak (Güdal) beyinin sarayına kadar yetişti. Ve bir defa acı acı kişnedikten sonra demir parmaklıkların önüne yıkılarak öldü.

Halk arasından bir vaveyla yükseldi. Göz yaşları sel gibi boşaldı. Aklını, iradesini ve bütün benliğini bir anda kaybeden Tamara merdivenlerden atlayarak koştu. Vadedilen zamanda kendisine mülaki olan kahraman nişanlısının cansız kollarına atıldı.

Bu vakadan sonra Tamara bir daha kendine gelemedi. Günlerce ağladı, istırap çekti... bir gün ta uzaklardan akseder gibi bir ses işitti;

-Ağlama Tamara... Döktüğün göz yaşları ölü bir vücuda can verebilecek mi? Düşün ki bu göz yaşları gözlerinin ferini söndürecek, taze yüzünün rengini silecek, yanaklarını çökertecek, fakat sevgilin bir daha dönmiyecek, o , senden uzak, göklerin derinliğinde, cennetin ruhları uyuşturan nağmelerinden başka birşey işitmiyor.

İnsanlar fanidir Tamara! Nasıl ilahi ummanların namütenahiliği içerisinde yüzern mutantan parlak yıldızlar gece ile beraber sönerlerse, nasıl semanın maviliklerinde serpili duran beyaz bulut yığınları bir iz dahi bırakmadan silinirse fani ruhlar da böyle sönerler, silinirler.

Kendini beyhude bir gam deryasına atma. Sana geleceğim. Kafkas dağlarında ggüneş uykusuna dalarken, rüzgarlar gece efsunile çiçekleri büyülerken, mehtap gümüş ışıklarını arza serip mavi çöllerde yükleirken geleceğim. Misafirin olacağım. Seni insanlara müyesser olmıyan ninnilerle uyutacağım. Sana bilinmez diyarların esrarlı ve güzel rüyalarından göstereceğim.

-Arkası var-