Ölümün tırpanı dünya tarlasındaki canları durmadan biçer. Aramızdan ayrılanlara kâh gençti der acırız, kâh daha yapacak işleri vardı der üzülürüz. Acımadıklarımız “sıralı ölüm”lerdir.

13 Temmuz 1959 günü bu dünyaya veda eden Şahin Bey genç değildi. Uzman doktor torunu bulunan, torununun çocuğunu gören bir kimse için daha çoluğunu çocuğunu yetiştirmedi denemez. 82 yaşamış bir insandan artık hizmet de beklenmez. Böyle olduğu halde ben Şahin Beyin ölümüne çok acıdım. Bu üzüntümün sebebi nedir? Şüphesiz ki 30 yıllık yakın bir arkadaşlığın acı tatlı hatıraları bu üzüntünün sebepleri arasına girer. Fakat ölümünden bir ay sonra, düşüncelerimi ve duygularımı sükûnetle tartıp değerlendirebildiğim şu günlerde, bu üzüntümün daha önemli sebeplere dayandığını anlıyorum: Şahin Bey, yeryüzünde artık örneklerine az raslanan bir “olgun insan” tipiydi. O yaşamalıydı ki çevresinde bulunanlar her nefesinden bir erdem dersi alabilsinler.

Bazı kimseler iyi aile reisidirler, ama fena toplum adamıdırlar. Bazı kimseler iyi aile reisi değildirler, ama toplum adamı olarak beğenilirler. Bazı kimselerin iyilikleri de, kötülükleri de yalnız kendi kişiliklerini ilgilendirir. Ben Şahin Beyin şansında çok yönlü bir “iyi insan” buldum: Kendisi için iyi, ailesi için iyi, yakınları için iyi, toplum için millet ve memleket için iyi...

Şahin Beyi Allah “iyi adam” olarak yaratmıştı. Onda güzel huyların her türlüsünü bulurdunuz. Her güzel huylunun bazı kötü huyları da olur. Ama Şahin Beyde kötü huy yok gibiydi.

Dindardı. Küçüklüğünde aldığı din terbiyesi, varlığının her zerresine işlemişti. Yaradılışında güzel olan huylarını din terbiyesi daha çok geliştirmişti. Hafızdı; medrese tahsili görmüştü. Antep’te bulunduğu zaman hemşerileri ona “Şahan Hafız” derlerdi. Boyacı Camiine imamlık ve şeriye mahkemesine bağlı eytam sandığında müdürlük yapmıştı. Son nefesinde bile en büyük kaygısı din emirlerini yerine getirmek olmuştu.

Şahin Bey dindarlığı sakalda, bıyıkta veya sarıkta arayan ve dünya zevklerinden el çeken ham sofulardan değildi. Hayata çok bağlı idi. Yiyip içmeyi, gezmeyi, güzel ses dinlemeyi, güzele bakmayı severdi. Yerine göre çok ciddi olan rahmetli, yakınlarıyle konuşurken pek şakacı idi.

Seçim bölgemize giderken trende baş başa bulunduğumuz zaman bazen “Asım Bey, şu meseleyi heceliyelim” derdi. “Hecelemek” Şahin Beyin dilinde “enine boyuna inceleyip bir sonuca varmak” anlamına gelirdi. Önemli bir konuyu böyle saatlerce hatta günlerce hecelediğimiz olurdu. Trenin durduğu istasyonların birinde “Asım Bey, bu köyün kavunları meşhurdur, şuradan birkaç kavun alalım” der, hemen harekete geçerdi. Neşesi yerinde olduğu zaman yanık sesiyle pes perdeden bir gazel tuttururdu.

O, eskilerin “akl-i selim” dedikleri aklın sahibiydi: Herhangi bir mesele üzerinde yürütülebilen türlü düşüncelerin en uygununu o düşünür, tutulacak yolların en doğrusunu o bulurdu. Bir mesele üzerinde onunla istişarede bulunan kimse tereddütlerden kurtulur, aydınlığa kavuşur, bir iç rahatsızlığı ile tutacağı yolu seçmiş olurdu.

Her işinde çok temkinli ve ihtiyatlı olan, yeni bir durum hakkında kesin hüküm vermek için uzun uzun düşünen ve atılganlıktan daima uzak kalmış bulunan Şahin Bey, milli mücadele meşalesi yandığı zaman, müdafaai hukukçuları desteklemekte en acelecilerden biri oldu. Gerek mizacına, gerek aldığı terbiyeye aykırı gibi görünen bu davranışı, onun yanılmaz mantığına ve sağlam karakterine güzel bir örnektir. Doğru yolun ancak bu olduğunu “akl-ı selimi” ile hemen anlamıştı. Bu meziyetleriyle birinci Büyük Millet Meclisinde Antep mebusu oldu.

Şahin Bey benden 21 yaş büyüktü. Kendisiyle ilk defa karşılaşmamız Antep savaşı sırasında Bedirköy’de olmuştur. Tarih 1920 sonları veya 1921 başları idi. Yedi sekiz aydan beri mebustu. Ankara’ya gitmiş, biraz sonra savunmamızla yakından ilgilenmek üzere Antep cephesine gelmişti. Kara top sakallı, sarıklı, cüppeli idi. Bedirköy 25. ve 27. alaylardan meydana gelen “mıntıka”nın kumanda merkeziydi. O sırada Antep muhasara altında bulunuyordu. Şahin Bey mıntaka kumandanı Hüsnü Beyle görüşüp durum hakkında bilgi edinmişti.

Ben o tarihte 22 yaşlarında idim. Şahin Beyle birbirimizi uzaktan tanırdık. Bedirköy’deki bu karşılaşmada da “zemin ve zaman” bir dostluk kurmağa elverişli değildi. Zaten kendisi, hatırımda kaldığına göre, orada ancak birkaç saat kaldı. Asıl dostluğumuz bundan on yıl sonra başladı ve ben 1936 da Ankara’ya geldikten sonra ilerledi. Ankara’ya ilk gelişimizde çoluk çocukla bir otelde kalıyorduk. Şahin Bey buna müsaade etmedi. Bizi zorla evine götürdü. Bir ev bulup yerleşmemize kadar haftalarca misafir etti.

Şahin Beyle dostluğumuz, iyi anlaşan iki arkadaşın dostluğundan çok ileri idi. Bu, yalnız resmi görevlerimizdeki fikir ve iş birliğinde kalmamış hayatımızın özel meselelerini de kaplamıştı.

Şahin Beyin, kendisine fenalık yapmış olanlara karşı bize fenalık yapmak istemediğinin, hatta sırası gelince elinden gelen iyiliği yaptığının birçok örneklerini görmüşümdür. Bunu o kimselerin iyiliğe lâyık olduğuna inandığından, değil, bir insanlık vazifesi olarak yapardı. Çünkü iyilik yaptığı kişinin bu iyiliğe lâyık olmadığını yakınlarına söyler, yine de bu iyiliği yapmaktan kendini alamazdı.

En sinirlendirici olaylar karşısında bile soğuk kanlılığını bozmaz, duygularının dizginini daima elinde bulundururdu.

Çok vefalı idi. Dostları en sıkıntılı ve üzüntülü günlerinde Şahin Beyi yanlarında bulurlardı. Kendine mahsus sağlam mantıki ile ruhu serinleten teselli sözleri bulur, sıkıntılara çare gösterirdi.

Çoğumuzun önem vermediği küçük muaşeret gereklerini Şahin Bey büyük bir dikkat ve özenle yerine getirirdi.

Şahin Bey’in aile reisliği ders alınacak örneklerle doludur. Çocuklarının ve torunlarının cıvıltıları ortasında yaşamaktan hoşlanırdı. Ankara’daki beş çocuğundan dördü evlendikten ve çoluk çocuk sahibi olduktan uzun zaman sonraya kadar hepsiyle bir arada oturdu ve bir sofrada yemek yedi. Aile sofralarında sandalye sayısı her vakit yirminin üstünde idi. Geçimsizlik, dargınlık denilen şey, bu kalabalık ailenin kapısından içeri girmemişti. Bütün kardeşler, gelinler, eltiler, görümceler, kayınbiraderler, amcalar, yigenler, amca çocukları birbirini severler, birbirlerine yardım ederlerdi. Şahin Beyle sayın eşinin olgunlukları, güzel idareleri, çocuklarına, gelinlerine ve torunlarına da geçmişti.

Şahin Bey ev idaresi işlerinde çok tecrübeli idi. Alınacak şeylerin vaktini ve yerini iyi bilir, her şeyin en iyisini ve en ucuzunu alırdı. Kumaşı topla, ayakkabıyı düzüneyle, un ve pirinci çuvallarla satın aldığı için satıcılardan bir hayli ahbabı vardı.

Antep âdetlerine çok bağlı idi: İmkân elverdikçe yufka ekmek yaptırırdı. Antep’ten bir dönüşümüzde şire için Ankara’ya beyaz toprak taşıdığını, bir başka seferinde büyük bir taş havan getirdiğini hatırlıyorum.

Tabiat güzelliklerine vurgundu. Çeşit çeşit çiçek yetiştirir, İstanbul’dan her dönüşünde yeni saksılar getirirdi.

Antep’teki bağcılık merakı Ankara’da devam etti. Etlik’te satın aldığı geniş bağı zevkine göre işledi: Antep’den üzüm çubukları getirerek üzüm çeşitlerini çoğalttı. Bağda bulunan armut ağaçlarını daha iyi cinslere aşıladı. Yeniden ağaçlar yetiştirdi. İnek, tavuk besledi, sebze yaptı. Nisan’dan Kasım’a kadar şehirdeki evi bırakır, bağda otururdu. Bağ evinde her şey yerli yerinde durduğundan kışın iyi havalarda bile hanımı ile birlikte bağa gider, sobasını yakar orada birkaç gün balayı zevki çıkarırdı. Yazın kendilerini ziyaret için için bağa gidilirdi. Burada misafirlerini yemeğe alıkoyar; bu mümkün olmazsa, mevsimine göre dut, kayısı, üzüm, armut, salatalık ve bağda yapılmış taze yoğurt ve peynirle süslü zengin bir kahvaltı sofrası kurdururdu. Elinde kâh makas, kâh budam bıçağı, bağda dolaşıp çalışmaktan büyük zevk alırdı. Yapraklar sararıp sökülmeden, soğuklar başlayıp kış rüzgârları esmeden bağdan inmek istemezdi. Kışı hep bağın hayaliyle geçirirdi. Dört yıldan beri yatağından kalkamıyan kendisi gibi çok iyi kalpli eşi de bağ sevgisinde onunla yarış ederdi. Her ikisi de günde birkaç defa doktora ihtiyaçları bulunduğunu ve bağa gidince doktor kontrolünden biraz daha uzak kalacaklarını bildikleri halde bu yıl da çıkmak için can atmışlardı.

Ölümünden 13 gün önce, İstanbul’dan dönünce bağa ziyaretine gitmiştim. Uyuyordu, az sonra uyandı. Daha geçen yıla kadar tombul tombul olan pörsümüş elini tuttum. O da ağladı, ben de ağladım. Eski dolgun, pembe yanaklar şimdi solgun ve sarı idi. Göz yaşlarımız dinince yatağında yarım oturmak istedi. Oturttuk. Her zaman yaptığı gibi hâl hatır sordu. “Biraderlerden mektup alıyor musunuz?” dedi. Antep’ten havadis istedi. Kendisine, çok ilgilendiği Hasip Dürrî kitabının basılmakta olduğunu, bir iki ay sonra elimizde bulunacağını söyledim. Sevindi. Birkaç nüsha da kendisi alacaktı. Ölümünün bu kadar yakın olduğunu ne o biliyordu, ne de ben tahmin ediyordum. İki üç hafta önce geçirdiği zatürree başlangıcını atlatmış görünüyordu.

13 Temmuz sabahı telefon ettiler: Dünden beri çok ağır olduğunu hatta komaya girdiğini söylediler. Eşimle birlikte hemen bir arabaya atlayıp bağa gittik. Gördüğüm levhayı kalemim tasvir etmek istemiyor. Şu kadar söyliyeyim ki son nefeslerini alıyor, kimseyi tanımıyordu. İki saat sonra da o güzel yeşil gözlerini artık dünyamıza kapadı.

Birçok kimseler yaşlanınca çirkinledirler, Şahin Bey ihtiyarlığında da güzel adamdı: Aplak sevimli çehresi al al yanardı Yeşil gözleri çok mânalı idi. Yüzündeki çizgiler 80 yaşında iken bile derinleşmedi.

Birkaç yıldan beri takati azalan bacakları tıknaz vücudunu kolay taşıyamıyordu. Son aylarda gözlerine de perde gelmişti. Fakat neş’esini bu aylara kadar, hafızasını da son saatlerine kadar kaybetmedi. Komaya girmeden önce üç defa kelimeyi şahadet getirmişti.

26 yıl süren mebusluğu Şahin Beyde en küçük bir gurura, bir taşkınlığa sebep olmadı. O her zaman alçak gönüllü, iyi kalpli, yardım sever, halkçı bir insan olarak kaldı.

Evet, Şahin Bey yeryüzünde artık örneklerine az rastlanan bir “olgun insan” tipiydi. Böyle kayıplara acımayıp kime acıyacağız?

Ömer Asım AKSOY