Tanınmış bir yazar, son günlerde çıkan bir yazısında diyor ki: “Ben üniversiteli gençlerimizin yerinde olsam Vatandaş, Türkçe Konuş! savaşına başka bir yön verirdim. Nasıl mı?.. Zengin dilimizi beş on kelimenin fakirliği içinde konuşanlara, yazanlara karşı savaşarak.”

Yanlış anlamıyorsam “zengin dil” den maksat, Osmanlıca artıklarını taşıyan dil, “beş on kelimenin fakirliği içinde konuşup yazanlar” da özleştirmecilerdir.

Özleştirmecilere karşı savaş açılmasını istiyen yazar, Osmanlıca artıkları taşımıyan temiz Türkçeyi en güzel kullananlardan biridir. Bunun küçük bir örneğini yukarıya aldığımız satırlarında görüyoruz: “...Mücadeleyi diğer bir istikamete tevcih ederdim” demiyor da “savaşa başka bir yön verirdim” diyor. Bununla dili fakirleştirmiş olmadığı meydandadır. Halbuki yaptığı iş özleştirmeden başka bir şey değildir. Öyle ise yukarıdaki düşüncesini neye yormalı?

- “Özleştirme”nin ne olduğu üzerinde anlaşmamış olmamıza.

Özleştirme nedir? Türkçeye girmiş olan yabancı sözleri atıp yerlerini boş bırakma, böylece dilimizi fakirleştirme, kısırlaştırma mıdır? Asla. Yabancı sözler, Türkçeleri bulununcaya kadar ister istemez dilimizde kalacaktır. Çünki anlatmak istediğimiz şeyin Türkçesini bulamamışsak, yabancı dildeki karşılığını kullanmak zorundayız. Kullanmazsak düşündüğümüzü anlatamayız.

Şu kısa açıklama da gösterir ki Türkçe karşılığı bulunmadıkça hiçbir söz dilimizden atılamaz. O halde yabancı sözlerle dolu olan Türkçeye zengin, özleşmiş Türkçeye fakir demek için ortada bir sebep yoktur. Biri ne kadar zengin veya fakirse, öteki de o kadar zengin veya fakirdir.

Doğrusunu isterseniz özleştirme akımına karşı savaş açmak isteği, dilin fakirleşme tehlikesini önlemek amacına dayanmaz. Amacın bu olduğunu söyliyenler, kendilerini böyle bir davranışa iten kuvvetin niteliğini ya açıkça söylemek istemiyorlar ya da iyi seçemiyorlar. Bir ömür boyunca kullanageldiğimiz sözlerle konuşup yazmak elbette daha kolaydır. Bunların yerine konacak sözleri aramak, bulmak yahut öğrenmek güçtür. Bir saatte yazılabilecek yazı için iki, üç saat uğraşmağa herkes katlanamaz. İşte eski kolaylığı ve alışkanlığı hemen bırakamamıştır ki bir çok kimselerde özleştirmeye karşı bir tepki uyandırmıştır.

Özleştirmeyi dili fikirleştirme gibi gösterenler, karşılık olarak verilen Türkçe sözlerin kullanılagelen yabancı sözler yerini tutmadığını da ileri sürerler. Yabancı sözlerdeki anlam dolgunluğu veya inceliği, ahenk ve ses değeri yanında Türkçelerinin pek zavallı, pek fakir kaldığını söylerler. Düşünmezler ki yabancı sözlerde gördüğümüz anlam veya ahenk, çok kere, aslında bulunmadığı halde bizim farz ve kabul ettiğimiz şeylerdir. Meselâ “münazara” yerine “tartışma” kullanamaz mıyız? deseniz, yabancı söze alışmış olanlar, “tartışma”nın “münazara” yerini tutamıyacağını, ondaki anlam inceliğini belirtemiyeceğini söylerler. Halbuki “münazara”nın asıl anlamı bakışmaktır. Ona şimdiki kavramı biz yüklemişizdir. Bu kavramı, “bakışmak” demek olan bir kelime belirtebildikten sonra “tartışma” kelimesi neden belirtemesin? On kere, yüz kere daha iyi belirtebilir.

Kelimelerin ahengi ve ses değeri hakkındaki hükümlerimizde alışkanlığın ne büyük payı olduğunu anlatmak için şu bir kaç örneğe dikkat etmek yeter: “Tahakkuk, kok, kongre, taktik, tashih, sandviç, karpıç” gibi yabancı kelimeler ve “katık, kaygı, karga, tokmak, çakmak, koç, kıç, kaçkın” gibi türkçe kelimeler hiç kulağımızı tırmalamaz. Bunların çoğunu ahenkli bile buluruz. O halde neden “bakanlık, yargıç” gibi yeni kelimeleri, kulağımıza batıyor, diye kötüleriz?

Görülüyor ki “yerini tutma” ve “ahenk” konusunda da daha geniş görüşlü olmamız gerekmektedir.

Sözlerimizi özetlersek diyebiliriz ki alışkanlıklarından sıyrılamıyanlar ve güçlükleri göze alamıyanlar, özleştirmeye türlü kusurlar bulurlar.

Özleştirmenin doğru yol olduğuna inananlar ise alışkanlığı ve güçlüğü yenmek için uğraşmaktan yılmazlar. Hatta bunu zevk bilirler.

(Başka bir yazımızda “ne yapalım, Türkçeleri yoktur”un cevabını vereceğiz.)

Ömer Asım AKSOY