Albay Tannaire, şahin bakışlı gözlerini bana dikerek:
— Bir kuyuyu nasıl tasavvur edersiniz? diye sordu. İçerisine, başınız dönmeden bakamadığımız ağzı açık ve karanlık bir çukur gibi mi? Veya istimali garantili olan bir ölüm vasıtası olarak mı? Yoksa salyalar akıtan, üzeri çıbanlarla kaplı, gün ışığından kaçacak derecede çirkin, murdar hayvanların barındığı bir çirkef çukuruna mı benzetiyorsunuz? Belki de eski bir derebeyi şatosunun harabelerini gezerken rastladığınız yeraltı zindanları gibi derin bir yer; öyle ki nesiller, süresince çocuklar tarafından atılan taşlar dolduramamış... Gök kubbesini aksettiren su perdesinin altında iskeletlerin, kol ve bacak kemiklerinin, kafataslarının, rutubetten çürümüş bir yığın insan artıklarının bulunduğunu mu tahayyül, ediyorsunuz?
Bütün bunlar neşe verici şeyler değildir. Baş döndürücü, sonu gelmez bir hâlde insanı derin kuyulara düşüren kâbuslardan söz etmek istemiyorum. Sözün kısası, kuyular iyi tanınmamıştır.
Galip bir tavırla elini göğsüne vururken:
Hayır, dedi, ben onlara saygı gösteririm; onları taparcasına severim. Onları, yanlarından geçerken hâlâskârının önünden geçen mümin gibi hürmetle selamlayarak geçerim.
Zannedeceksiniz ki onIardan biri, ateşten kavrulan bir çölde, ölgün bir hâlde iken hayatını kurtardı. Bir müstemleke hikâyesi mi ümit ediyorsunuz? Asla yanılıyorsunuz...
Gözlerini kırparak:
—Korkmayınız, diye devam etti, hikâyeyi anlatacağım. Size "avcunu yala!" demek için bu konuyu açmadım. Anlatacağım; ama beklediğinizden tamamen başka türlü bulacaksınız.
"Peki niçin bu kadar heyecan gösteriyorsunuz?" diyeceksiniz değil mi?
"Çünkü kuyuları, cennetin birer şubeleri olan zevk ve saadet yuvaları olarak telâkki ederim...
”Anlayamadınız mı? Bakın nasıl?"
Binbaşı arkasına yaslandı. Yanaklarının kalın derisini yara izleri gibi gebreleyen buruşukluklar, sanki pek leziz bir tahattürden gülüyor gibiydiler.
"Poiton’da bulunduğum sıralarda idi. Tatilde mürebbi olarak bir asilzadenin evinde kalıyordum. Öğle yemeği eskisinden daha donuk ve daha kederli idi. Ev sahibi M.le Comte, mirasını satmakla birden bire zengin oluveren ayakkabıcının oğlu idi. Saint— Aigny Garı adresine bir paket geldiğini kendisine haber vermişti. Neşesine payan yoktu; zira bu, Lois XIV devrine ait silah ve kuşanın koleksiyonunu tamlayacak olan, sabırsızlıkla beklediği bir XII. asır kargısı idi. Evin her tarafı zırhlı elbiselerle, başlıklarla, musketlerle, karabinalarla, namlularla, güllelerle, kargı ve mızraklarla doluydu. Odamın duvarları subay diplomalarile örtülüydü. Gına getirmiştim.
"Bütün yemek boyunca durmadan, hayalinde yaşattığı bu kargıyı tasvir etti; uzunluğunu, şeklini, ağırlığını nasıl muhafaza edildiğini tahmin etti. Bu tafsilât, yeminle beraber çıkan sürekli kahkahalarla bu şekik ve safra sarısı yüzde devam edip gidiyordu.
"Bazen asık suratlı mumya tavırları takınıyordu. O zaman, onu susturmak için, hemen yanına yaklaşmak 'e boğazındaki sargıları sıkarak boğmak arzusuna kapılıyordum."
Karısı kızarmış ekmeği on dokuz yıldır hiç şaşmayan bir uygulama ile kemirerek yiyordu. Yanakları, kendisini ilk gördüğüm zaman nazar-ı dikkatimi çeken iki çıkıntı teşkil edecek derecede dolgundu. Bana birden, dişleri ile otomobili kaldıran cambazı hatırlatmıştı. Kulakları duvar olan, annesi laf etmiyordu; ama yaşına göre garip bir şekilde canlı olan gözleri daimî olarak pusuda idiler. Benim talebe olacak olan kocalığa gelince beyin nezlesinden yatakta yatıyordu.
Ben ise timsah avındaymışım gibi konuşmaktan çekiniyor, habire alıştırıyordum.
"O anda Bay ve Bayan'ın öğle sonu dut toplamaya ve sonra gezinerek Saint Aigny’e gitmeye karar verdiklerini duydum. Meşhur kargıyı getireceklerdi. Beni davet ettiler. Yalnız başıma açık havadan istifadeyi tercih ettiğim için reddedecektim ama Conderse’in bana atfettiği keder dolu bir bakış fikrimi değiştirdi. Kabul ettim.
Kıyısında taş bir duvar bulunan çalı ve dikenlerle örtülü, inişli çıkışlı bir yola koyulduk. Yakıcı bir güneş her tarafı kasıp kavuruyordu. Bu şık çalılıklar arasında bir damla olsun serin hava yoktu. Comte elinde bir sepet Comtesse’de elinde, içerisine elimizi lekeleyen sulu ve siyah meyveler doldurduğunuz başka bir sepet sağda yürüyordu.
Aramızda yirmi adım kadar mesafe vardı ki Comtesse, bir yıkın yıkıntıdan faydalanarak duvara çıktı ve hayranlığını ifade eden bir ses çıkararak öteki tarafa atladı. Onda son gördüğüm şey, göğe doğru uçar gibi görünen çıplak bir baldır oldu...
(Arkası gelecek sayıda)