Terbiye, sosyal hayatın din, dil, hukuk ve ekonomi gibi bir fonksiyonudur. Bu fonksiyon, müstakil ve ayrı bir ilmin konusu olmak ehliyet ve kabiliyetindedir. Terbiyenin gayesi, insanı cemiyetin içinde mevcut olan gıda ile zihin ve ruh fonksiyonlarının azamî geliştirmesine ulaşmaktır. Terbiyenin prensip ve kuralları zaman-mekân şartına bağlı olmadan her yerde muteberdir.

Terbiye sosyal ilimler alanına girer; bu alan tabiat ilimleri alanı gibi hazır ve bizim varlığımıza bağlı bir alan değil, ancak insanların bir araya gelmesiyle doğan münasebetlerden meydana çıkan kompleks bir ilimdir. Pedagoji ise terbiyenin tatbikatıdır.

Umumiyetle ilimler birbirlerinden faydalanırlar; fakat terbiye müstakildir; insan hayatı olduğu müddetçe terbiye de vardır.

Fert ferdi terbiye ettiği gibi, fert kendi kendini, cemiyet ferdi, hatta fertler cemiyeti ve cemiyet cemiyeti terbiye edebilir. Bu altı şekil içine sığmayan terbiye şekillerinden başkasına rastlamak imkânsızdır.

Terbiyenin ilk hipotezi şudur: İnsan cemiyeti bahis konusu olunca, mutlaka terbiye vardır.

Toplu yaşamada insanlar daima birbirlerine tesir ederler ki işte bu, bir terbiye olayıdır. Kaldı ki insan her yaşta terbiye olur, terbiyenin yaş bakımından bir sınırı yoktur. O halde gelişme ve terbiyede paralelizm esastır.

Gelişme denilince biri ruh, diğeri beden gelişmesi anlaşılır. Çocukta bedenin gelişmesi tabii şartlar içinde kendiliğinden meydana gelir. Fakat ruhî gelişmeyi gayeye, istenilen yöne götürmek, cemiyetin tesirlerinin insan üzerine dönmesini sağlamak, terbiye ile meydana gelir. Yani ruh gelişimi terbiyenin asıl, beden gelişimi ise ancak ikinci plândaki alanıdır. Ruh-beden birliğini göz önünde tutmayan terbiye aksar.

Her türlü gelişme üç unsura dayanır:

1- İnsanın verasetle getirdiği spontan kabiliyetler,

2- Çevrenin tabii hayat şartlarına dayanan kabiliyetler,

3- Cemiyetin tesirlerinin bizde doğurduğu kabiliyetler.

Terbiye sosyal bir vakıa olduğundan cemiyet hayatı olmadan onun varlığına imkân yoktur. Kaldı ki cemiyete ancak terbiye ile devam edilebilir. O halde ferdin varlığı da bir cemiyet içinde bulunmaya bağlıdır; Çünkü fert, ancak cemiyette bir kıymettir.

İnsanın tekâmülü, gelişmesi de cemiyetin tesirlerine bağlıdır. Bu itibarla, fert-cemiyet tezadı yoktur; ferdin şahsiyeti cemiyetin ahengini tamamlayan en esaslı unsur, onun hislerini, düşünüşlerini hayat birliği aksettiren bir elemandır.

Cemiyeti teşkil eden bütün sosyal fonksiyonlarda terbiyenin hissesi vardır. Kaldı ki cemiyet hayatını da, ferdin kendi hayatını da, ferdi yetiştirmek bakımından terbiye temin eder. O halde fert, varlığını nesil değiştirme olayı karşısındaki terbiyeyi borçludur.

Bu da iki türlü olur:

a) Ya gayrı şuurî olarak: Yani cemiyetin bütün değerleri, şekilleri, normları gençlere gayri şuurî bir şekilde aşılanır;

b) Ya da şuurlu, plânlı bir şekilde: Yani okul, konferans, kurslarla gençliğe telkine çalışılır.

Terbiyenin önemini ve etkilerini inceledikten sonra şimdi de terbiyenin ne olduğunu araştıralım:

En geniş anlamına göre terbiye, bir milletin veya bir cemiyetin kendi kültür değerlerini planlı olarak gelecek nesle aşılamaktır.

Dar anlamı ile terbiye, insanda eğitim vasıtasiyle tasavvur yaratmak demektir.

Fakat iyi bir ilmî tarifi de “Zihnî çevreden gelen tesirlerin meydana getirdikleri her çeşit şekillendirme ve yetiştirmedir (E. Krieck).”

Bununla beraber terbiye problemi, nesillerin tahavvülü, tarihî felâket ve fırtınalar karşısında millî varlığın korunması ve devamında en çok rolü oynayan bir problemdir.

Herhangi bir cemiyette bütün manevî fonksiyonlar birbirlerine devamlı olarak karşılıklı tesir ederler ve neticede gerek fert, gerekse cemiyet kültür bakımından gelişir. İşte bu gelişme, insan oğlunun aklı ile içgüdüsünün, şuurun ve şuur altının, kendini yetiştirme ile başkaları tarafından yetiştirilmenin karşılıklı etkilerinin neticesidir. Yetişmenin her çeşidi ve bütün bir kültür süresini (vetire) çevreliyen bu karşılıklı etki-tepki, terbiyedir. O halde terbiye, bir hayat çevresinin manevî kuvvetleri arasındaki devamlı ve karşılıklı tesirlerdir. İnsandan insana olan her tesir, ona maruz kalanlarda bir değişikliğe, bir şekillenmiye veya bir gelişmeye sebep olduğu müddetçe terbiye kavramının kaplamına (şumûl) girer.

Bugün bütün sosyal, kültürel, hukukî, ekonomik ve hatta milletler arası münasebetlerimizdeki esasların temeli ahlâka dayanmaktadır. Hiçbir millet mutlak olarak kendine kiyafet eder durumda değildir. Her millet diğer milletlerle zarurî olarak bir alıp verme tesir ve münasebeti içinde bulunmaktadır. Milletler arasında manevî mübadele de bir zarurettir. Bunun en bâriz şeklini eski milletlerdeki sanatlarda görmekteyiz. Çünkü sanat, milletlerde birbirine geçmiş ve birbirinin devamı olmuş durumdadır. Felsefe konusunda da durum aynıdır.

Bununla beraber, bir milletin özelliği ve kudreti, onun diğer milletlerden aldığı kıymet ve muhtevaları kendi bünyesi içinde eritip, kendine mal etmesidir. Hiç şüphe yok ki bir milletin kudreti, yâbancı milletlerden aldığı normatif değerleri ve muhtevaları kendi bünye ve üslûbuna göre ahlâkın ışığı altında işlayiş tarzında belli olur. Milletler arasındaki kültür münasebetleri, bir milletin manevî değerleri bakımından yükselmesine hizmet eder.

Bugün her millet kendi bünyesi içinde fertleri yetiştirmek kadar, diğer milletleri de anlamak hususunda tedbirler almak ve terbiye sistemleri içinde bu konuya ait yer ayırmak zarureti vardır. Nitekim Cumhuriyetin ilânından itibaren Türk milleti bu gaye uğrunda terbiye edilmiş, “Yurtta sulh, cihanda sulh” prensibi o nesilden yeni nesile geçmiştir.