Geçen kurtuluş günümüzden bir veya bir kaç gün önce idi. Nakıp Ali, Hanifi Koçum, ben, bir sofranın başında ikişer kadeh atmak ve bir şeyler yemek için toplanmıştık. Savunma savaşımıza katılan, başından sonuna kadar çeşitli hizmetler gören, bu mütevazi dostlardan savunmaya ait birer hatıralarını anlatmalarını rica ettim. Her ikisi de, başka söze atlıyarak dileğimi cevapsız bıraktılar. Ricamı tekrarladım. Yine ayni sonuca uğrayınca, haklı olarak kızdım. Ve kendilerine dedimki:

Sen söyleme, o söylemesin, eli kalem tutanlar yazmasın, bu yersiz tevazudur. Herkes, müdafaayaait bildiklerini anlatmalı ki, ilerde yazılacak Savaş Tarihimize malzeme hazırlanmış olsun. İkisi, müdafaanın resmi tarafını, diğeri kendi şahsî görüşlerini anlatan üç kitaptan maada, savaşın teferruatını anlatan bir eser yok. Allah razı olsun, Ali Nadi Ünler, Sizin gibi bildiklerini beraber mezara götürmek gafletini göstermiyor. Tanık olduğu olayları, yazmak gibi çok yerinde bir iş yapıyor. Bu iş onun, sizlerin, müdafaa günlerini yaşıyan diğer kimselerin, birer memleket borçlarıdır.

Sözlerim Nakıp Ali’ye dokunmuştu.

-Ne anlatayım ağam? dedi. Cevap verdim:

-Harpte sizi çok heyacana getiren bir olayı?

Kadehinden bir yudum aldı. Biraz düşündükten sonra ağzından şu iki kelime döküldü:

-Köşker Habbası. Sonra devam etti:

Karayılan’ın şehit olduğu Sarımsak Tepesi Taarruzundaydı. Hücuma katılanlar Ş. Sabri Yener’in Kurtuluş Destanında benzettiği gibi gerçekten canlı birer iman halinde, manevi bir coşkunluğun içindeydiler.

Tepenin kuzey eteklerini çerçeveleyen mezarlardaki ölüler topraklarını saçarak ayağa fırlamışlar, başlarında güneş ışıklarıyla kubbesinin alemi parıldayan Şeyh Ali efendi olduğu halde bizi teşyi ediyorlar, sanki (mezarlarımızı düşmanlara çiğnetmeyin) diyorlardı.

Top, mitralyöz ve tüfek sesleri, Allah Allah naraları birbirine karışıyordu. Bu sırada, insanı içinden hoplatan bir ses mezar taşlarına çarparak bütün cepheyi tuttu?

Zahida aç gözünü sahraya bakta ibret al,

Bu, direksiz kubbe i binaya bakda ibret al.

Kalk seher vaktı akan deryaya bak da ibret al,

Var musallada yatan mevtaya bakda ibret al.

Çarşafın eteklerini beline sarmış, yukarı kısmını bir iple başına bağlamıştı. Bir elinde dolu bir su kovası öbür elinde tas bulunan daha genç denebilecek bir kadın yukarıdaki kıt’ayı bağıra bağıra okuyor, sonra şu sözleri tekrarlıyarak savaşçıları coşturuyordu:

“Vurun kardaşlarım, vurun aslanlarım? Bu, kâfirin kurşunu adama geçmez”

Sözlerini isbat etmek ister gibi hiç saklanma ve gizlenme tedbirlerine lüzum görmeden vuruşanların yanı başında dişi bir kaplan gibi düşman saflarına doğru ilerliyordu? Bu kadın, Köşker Habbası denilen bir kahraman Türk Anasıydı. Onun, bu narasını duyan hangi memleket sever, hangi erkek ölümden yüz çevirirdi? Nitekim, korkmadılar. Vurdular, vuruldular, fakat memleketin namus ve şerefini kurtardılar.

Nakıp Ali susmuştu. Fakat gözleri alev alev yanıyor, sesi titriyordu. Belli ki, 41 sene öncesinin heyecanını yaşıyordu. Hanifi Koçum dalgındı. Göz pınarlarında iki damla yaş parlıyordu. Onun da, savaş günlerini düşündüğünü belli idi.

Ali Nakıp’ta:

-Bir sorum daha var dedim. Heyecanlı hala üstünde idi. Başıyla pekey işareti verdi, Sordum:

-Sizinle beraber Sarımsak Tepe taarruzuna katılan kimlerdi? Şu cevabı verdi:

-Kara Yılanın oğlu Mulla Çetesinden başka, Deli Ali’nin oğlu Mustafa, (Hayri efendinin bağı civarında şarapnalle şehit oldu,) Kazzık Kurudan’ın oğlu Mehmet, Alo’nun oğlu Püsküllü Mehmet, Yeni Komşunun oğlu Püsküllü Mehmet, Yeni Komşunun oğlu Ahmet, Dellek oğlu Hoca Mehmet, Mehmet haneyin oğlu Çoban Alo’yu hatırlıyorum.