İnsanoğlu dünyaya geldiği zaman, hayvanlar her biri kendi hayat tarzına göre sayısız yüz yıllardır yeryüzünde yaşar ve efendi diye bir şey tanımazlardı.

O zamanlar yılın, letafetiyle en güzel ilkbaharları bile geride bırakan tek bir mevsimi vardı. Toprak, çiçeklerini kelebeklere, yemişlerini kuşlara yılda dört defa veren ağaçlarla baştanbaşa kaplıydı. O ağaçların altında, irili ufaklı sürüngenlerin bereketine halel getiremedikleri yem yeşil sonsuz çayırlar, geniş meralar uzanırdı.

Yeryüzü tornacının çarkından çıkmış gibi dümdüz ve yeknasaktı. Çünkü henüz ne depremlerle sarsılmış ne volkanlarla parçalanmış ne de tufanlarla tahrip olunmuştu, ihtirasları korkunç, bir şekilde geliştirip büyüten mübrem ihtiyaçlar olmadığı gibi o kapkara düşünceleri insana musallat eden kara binalı, şehirler yoktu. Zararlı hiç bir vahşi hayvan mevcut değildi. Yaşayan bir ruh için yaşamak bir zevkti.

İnsan gelmeden dünya ne güzeldi!

İnsan, yeryüzüne endişeli, korkak fakat muhteriz, hareket ve tahakküme susamış bir halde geldiği zaman hayvanlar ona hayretle baktılar, önünde dağıldılar ve geçsin diye yol verdiler. İnsan geceleyin kendine münzevi bir köşe aradı; eski tarihçiler, rüyasında bir kadının ona verildiğini anlatırlar. Bu izdivaçtan korkak ve kıskanç ırk, insan ırkı, meydana çıktı, zayıf olduğu müddetçe kendi meskenine kapandı, uzun bir zaman gözden kayboldu.

Nihayet bir gün yerleştiği toprak onu beslemeğe kâfi gelmedi. Kuşu yuvasında, tavşanı deliğinde, kuzuyu çalılıkta, karacayı gölgelikte avlamak için etrafını çeviren surların dışına kaçamaklar yaptı. Avını inine götürdü, merhametsizce boğdu, kanı ve etiyle beslendi. Bu işin farkına ilk olarak öldürülen hayvanların anneleri vardı. Ormanda o zamana kadar duyulmayan ve hiçbir şeyle kıyas kabul etmiyen — henüz fırtına bilinmiyordu — çığlıklar işitildi.

İnsan, özel bir melekeye sahipti, daha doğrusu, Tanrı bütün diğer yaratıklar arasında onu, bedbaht insan nev’ine has bir aczle halketmişti, Zekiydi; rahatı kaçan hayvanların kendisi için tehlikeli olacağını derhal hissetti. Tedbirsiz ve beceriksizleri tutmak için tuzağı, zayıfları avlamak için oltayı, kuvvetlileri öldürmek için silâhı icad etti. Bilhassa müdafaaya önem verdiği için etrafını kale'erle, surlarla çevirdi.

Çocukların sayısının günden güne çoğaldığını görerek, evleri toprağın üzerine yapmayı tasarladı. Kat kat binalar kurdu. Yunanlıların Biblionu ima eden. Biblos dedikleri ilk şehrin temelini attı. Bu kelimeyle, âfetlerin menşeini göstermiş olması muhtemeldir. Bu şehir milletlerin saltanat diyarı oldu.

İnsan nev’inin tarihine ait pek az malûmat sahibiyiz; yalnız idam sehpaları kurduğunu, ölüm silâhları hazırladığını biliyoruz.

Hayvanlar ölümü icad eden bu düşman nev’in çoğalmasından, hakikaten korktular; Evet ölümü icadeden, zira insandan evve hayata son verme hayattan daha tatlı ve daha uzun bir uykuyla oluyor, her hayvan ıssız bir köşede, tabiatın gösterdiği bir günde, rahat rahat can veriyordu.

İnsanın saltanatından sonra iş değişti. Kuzucağız annesinin melemelerinden mahrum oluyor ve anne yavrunun izni, otladığı çayırda dökülen kanlardan buluyordu. Anne yavrusuna: ’’ Buradan insan geçmiş”diyordu. Dünyanın ahengini kaçırmakta meşum bir iç güdüye sahip bu yeni misafirin beraberinde getirdiği felâketleri önlemek için masum ve merhametli hayvanlar aralarında toplandılar içlerinde en zeki ve en ciddi buldukları Fili, Atı, Öküzü, Şahini ve Köpeği insana elçi olarak göndermeğe karar verdiler. Yeni gelene, ailesiyle oturmak ve zalimâne akınlarla yaşayan varlıkları rahatsız etmemek şartıyla dünyanın yarısını teklif etmek ödevi bu saygı değer şahıslara verildi.

Aslan: “Yaşamak hakkıdır, fakat kendi gibi hareket etmemeni, dişlerimi ve tırnaklarımı kullanmamamı istiyorsa, haklarımıza ve hürriyetimize hürmet etmelidir. Yanılmıyorsam onun için en iyi hareket tarzıda budur. Şimdiye kadar sahip olduğu avantajlar hakikî cesaretle bağdaşamayan hile ve kurnazlıklardan ibarettir.„ dedi.

Ayni zamanda kuyruğunu iki tarafa salladı ve kükremeyi öğrendi,

Dişi geyik “ Benimde onun üzerinde pek âlâ bazı avantajlarım olabilir. Boyu mütevazi bir çalıyı bile geçmeyen yavrularımdan birini yakalamak için beyhude yere peşinden koştuktan ve muvaffakiyetsizlikle neticelenen bir çok gayretler sarfettikten sonra, yorgun ve bitkin bir halde bir yere yığılıp kaldığını gördüm» dedi.

Kunduz:

  • Mecbur kalırsam ben de onun gibi evler, hisarlar inşa ederim.

Gergedan:

  • Onun darbelerine çelikten bir zırhla mukabele edeceğim.

Akbaba:

  • Canım isterse yeni doğan çocukları kapıp götürürüm.

Su aygırı:

— Suda kovalayamaz:

Serçe:

— Beni de havalarda. diye ilâve etti. Küçük ve zayıfım ama uçarım.

Elçiler, [1]kometanlarının kabiliyetinden emin olarak kendilerini bekleyen insanın kulübesine gittiler, insan bu elçilere, o zamandan beri nezaket denilen, yüze gülüp arkadan vuran yapmacık bir hüsnü kabul gösterdi.

Ertesi gün boğanın başına bir başlık, atın ağzına bir gem, öküzün boynuna bir boyunduruk, filin burnuna bir halka geçirdi. Sonra da filin sırtına binip harbe hazırlandı, işte bu iğrenç kelime o gün icad edildi.

Kendi gibi korkak, aç gözlü köpek ayaklan dibine yattı; Boynuna zinciri vuracak eli hayasızca yaladı. İnsan köpeği, cürüm ortağı olabilecek kadar âdî ve alçak buldu, Bereket versin yaratıkların sonuncusu bu kadar, kötü olmasına rağmen, dünyaya, gelirken, iyi ve fena hakkında müphem bir hissi beraberinde getirmişti. Esirinin menfur ismini hiç bir dilde eksik olmayan ebedi bir lanet damgasıyla damgaladı.

Bütün bu zaferlerden sonra o, kolaylıkla işlediği cinayetlerden cesaret aldı. Avcılığı ve muharipliği meslek edindi, yemyeşil çayırları, hayvanların kanıyla suladı. Eti delik deşik eden öldürücü bir âlet yaptı; ve bu âlete kuş tüyünden kanat taktı. Bu işlerle uğraşırken bir taraftan da yeni surlarla etrafını kuşatmaktan geri kalmadı; ve canavarın oğulları, başka şehirler kurmak, başka zararlar vermek için daha uzaklara gidiyorlardı.

İnsanın geldiği her yerde, rahatı bozulan hayvanlar elîm çığlıklar koparıyorlardı.

Gayri uzvî cisimler, canlıların bu korkunç ıstırabına iştirak ettiler. Unsurlar, insanı tanımış, anlamış gibi bütün küvetleriyle zincirlerini kopardılar. Bunca zamandır sükûn ve huzur içinde yaşayan dünyayı, yeraltı ateşleri, gök taşları ve sular bir harabeye çevirdiler .

Ve bu muazzam hadiseler olup bittikten sonra insan oğlu hâlâ ayaktaydı.

Yığın yığın felâketlerden kaçıp kurtulan, müşterek düşmanın emri altına girmeyen bir kısım hayvan deha ve içgüdülerinin verdiği her türlü çare ve vasıtalarıyla, tehlikeli komşusundan uzaklaşmakta tereddüt etmedi.

Yalçın kayaların teşekkülüne sevinen kartal, yuvasını yüksek tepelere yapmakta gecikmedi. Pars, içlerine girilemeyecek kadar sık ormanlara, Ceylan çöllere, Sırtlan mezarlıklara sığındı. Licorn[2], Ipögri[3] ve Ejderha gözden kaybolacak kadar uzaklara gittiler.

Şark efsanesine göre, gemicilerin hâlâ aradıkları Anka kuşu bir kanat darbesiyle Kaf dağına uçtu. İnsan, böylece bütün canlıları esir ettiğini zannederek sevindi.

işlediği cinayetlerin şan ve şerefinden bıkan insan, küstahça bir gururla bir gün gezinirken devrin ilahı o idi. Kendi amelelerinin kırda yükseltmiş olduğu intibaını veren bir tümseğin üstüne oturdu.

Yapı, balyoza mukavemet edecek kadar, sağlamdı. Hakimi mutlağın buraya oturmamasına sebep yoktu.

El, ecdadımın rastladığı hayvanlar sanki ne oldular ? Bazıları gazabından kaçtılar ama umurunda bile değil Kürküm için derilerine, yatak ve yorgan için tüylerine ihtiyacım olduğu zaman onları köpeklerimle, atmacalarımla,, daha olmazsa asker ve gemilerimle bulurum. Bazıları da gönül hoşluğuyla hakiki efendilerine itaat ettiler.

Tarlamı sürüyor, arabamı çekiyor, zevkime hizmet ediyorlar. Yumuşak yünlerinden elbise, renkli tüylerinden süs yapıyorum. Şikâyete pek te hakkım yok. İnsanım ve saltanat sürüyorum. İmparatorluğumu kurmak lütfunda bulunduğum ülkelerde bana imanını, saygı ve sevgisini reddeden bir tek canlı varlık kaldı mı?

Karşıda, bir kum yığınının üzerinden ince, zayıf bir ses “Evet evet diye cevap verdi. Evet, müstebit adam.’ Terme karıncaya galebe çalamadın. O senin kuvvet ve kudretinle alay ediyor ve belki de bir gün kurduğun şehirlerden kaçmağa ve geldiğin -yere çırçıplak- dönmeğe seni mecbur edecek. Hayvanların kıralı, dikkat et, sineği ve karıncayı hiç hesaba katmadın !

Filhakika bu, bir karıncaydı; ve insan, öldürmek için onun üzerine yürüdüğü zaman o, bir delikte kay bölüverdi. İnsan uzun müddet demirin ucunu deliğe soktu. Beyhude yere kumu eşti. Toprak altı mahzeni genişleyerek derinleşiyordu. Ve insan, ayakları dibinde toprağın çöktüğünü ve korkunç bir uçuruma doğru sürüklendiğini hissederek Terme karınca ailesine yem olmamak için, korku ve dehşet içinde durdu. Muhafızlarını ve esirlerini çağırdı. Bunlardan sürülerle vardı. Zira esaret ve eşitsizlik insanın ilk icatlarındandı. Onlara toprağı kazdırdı, sürdürdü, altını üstüne çevirtti. Üzerinde istirahat ettiği o sun’i tepecikleri bir hayli emek bahasına yıktırdı. Kazma ve kürek ona Terme karıncanın her yerde yuvası olduğunu gösterdi, isyankâr tebaa sayısının çölün kum taneleri sayısından çok daha fazla olduğunu korku ve dehşet içinde hesapladı.

Zira deliği olmayan bir tek kum tanesi, karıncası olmayan bir tek delik, milleti olmayan bîr tek karınca yoktu.

Fili yere serenin nasıl olurda tabiatın en süfli, en iğrenç bir böceğini itaati altına alamadığını kendi kendine acı bir kinle sordu. Fakat basit bir fikre makul bir hal çaresi bulamayacak kadar medeniyette ileri gitmişti.

“Nefes alan her varlığın üzerindeki hakimiyetimi tahkir için korkaklığından ve göze görünmezliğinden istifade eden Terme karıncanın bana ne zararı var ki? diye bağırdı. Hiddet ve gazabından kaçarak güç belâ kurtulduğu deliğinde istediği gibi söylensin. Yolumun üzerinde her gördüğümde onu ayağımla ezerim. Bu dünya benimdir.”

İnsan tekrar sarayına girdi. Kadınların şarkı ve kokuları içinde uykuya daldı. Kadın, kadın başka bir mahluk: Mülayim, saf narin, hassas bir dişi. Sevdiğini zannederek erkeği okşayarak yaratanın kuvvet yerine letafet ve zerafet verdiği cazibe dolu başka bir hayvan.

Cezasını erkeğin bütün hata ve bedbahlıklarını paylaşmak ve onunla çiftleşmekle ödeyen, kuvvetli bir aşkın tesiriyle gökten düşmüş bir melektir.

Kadın...

Kadının erkeğe aşkı onu Tanrı bile anlamaz. Kadın bu maddi dünyadan değildir. Semanın yeryüzüne verdiği ilk hayal odur.

İnsan böylece şehvet içinde kendini avutmağa muvaffak oldu. Bir zamanlar karıncayı itaat altına alamamanın verdiği geçici teessürü şanına hiç yakışmayan bir zâf eseri olarak gördü.

Bu zamanda Terme karınca bütün milletini çağırmış, yorulmak bilmeyen, bir gayretle insanın baş şehrine giden sayısız yollar açmakla meşguldür. Arkasında bir yığın karınca ile beraber binaların yanına geldi. Sükûden daha kesif kapkara bir ordu ahşap odalara her taraftan girdiler ve toprak temeli eşmeğe başladılar.

Temeller kaygan bir toprak üzerinde tamamen yatık bir vaziyet alıp, baştan başa kemirilmiş mertek ve kirişler göze görünür bir şekilde yıkılmağa yüz tutunca, Terme karınca muntazam saflar halinde ordusuyla geri çekildi.

Ve ertesi gün Biblos şehri ahalisinin üzerine çöktü.

Nihayet Terme karınca, o amansız amele ordusunu insanın kurduğu şehirlere hücum ettirerek maksadına erdi. Ve insan bu yenilmez galibin önünde perişan bir halde kaçarken bütün şehirler arka arkaya Biblos şehri gibi çöktüler.

İnsanın saltanat sürdüğü ülkede bundan böyle yeryüzünün hakiki efendisi ve fatihi olan Terme karıncanın oturduğu yeri gösteren dağınık, mütevazi binalar yükseldi. Sonsuz diyarların sahibi, şehirlerin bu baş düşmanı, bu korkunç müstevli [4]Belus veya [5]Sezostris değildi: Bu Terme karıncaydı.

Sam yelinin hiddetinden, katil sineğin mütemadi tasallutundan kaçan insan ailesinin artıkları devamlı bulutlarla kaplı, karanlık, nasipsiz memleketlere sığınmaktan, buralarda kemik, kan, çamurla yoğrulmuş müteaffin şehirler kurmaktan, her yerde hem cinsinin sefalet. Hasislik ve boş gururunu gösteren iğrenç abideler yükseltmekten memnun ve mes’uttular.

Tanrı ancak, sözlerini tefsir etmek müsaadesini bazen verdiği hatip ve peygamberlerin diliyle, gazabını açıklar. İstihkar ettiği kusurlara, affetmesini bildiği çılgınlıklara bile göz yumuyor; Çünkü mevcud olan her şey yalnız görünüşte mevcuddur. Tanrı, zavallı fakat gazaba gelmiş bir karıncanın dahi yaratışın intikamını alabileceğine inandı.

“Sabır, zira Tanrı ebedidir.” O Terme karıncanın denizler altın­da yollar yapmasını, nefreti tenezzül saydığı şehirlerin temellerinde girdaplar açmasını bekledi onun çılgınlık ve ihtiraslarına bu kadar azayı kâfi gördü. İnsan hala yapıyor ve Terme karınca daima yürüyor.


[1] Menfaatlerini müdafaa için başka birini seçen kimse.

[2] Alnında bir boynuzu bulunan ve vücudu ata benzer efsanevî bir hayvan

[3] Yarı at, yarı canavar efsanevî bir hayvan.

[4] Ninüsün babası, Asur efsanesinde bir şef

[5] İkinci Ramses