Azizim Bay Kaya,

Mektubunuzu aldım. Gaziantebin kurtuluşuna aid hatıralarımı soruyorsunuz, cevabını biraz geç yazdım, mahcubum. Aşağıya aldığım göğüs kabartacak olan olgunun sizi tatmin edeceğinden emin olarak kusurümü affedeceğinizi tahmin ediyorum.

Antep harbi annesini müdafaa eden Küçük kâmilin ölümile şiddetlendi. Ulusal kıyam barut fıçısına benzer. Bir kıvılcım onu nasıl patlatmıya yeterse iki zayıf mahluk Olan anne ile çocuğun uğradığı bu alçakça tecavüz de öylece Antep halkını ayaklandırmaya kâfi gelmişti.

Harp, deyip te geçmemeli. Onu ancak içinde bizzat yaşayanlar bilir. Harbi birçok şeylere benzetirler... Bence önünde açlık, arkasında sefalet ve ölüm getiren korkunç ve iğrenç bir yaratığa benzetmek daha münasip olur.

Neydi o günler Tanrım?. ölüm şehre kanat germişti. Dehşet içinde kalan halk, kışm dondurucu soğuklarında, binbir yoksulluğa katlanarak düşmanla çarpışıyordu. Evler, minareler birer meteris; tarihi Antep kalesi ise kartallar yuvası olmuştu.

Hiç unutmam; harp sonrası Gaziantebi ziyaret eden bir gezgin bana yaralı minareleri göstererek: “sizin ne kadar çak müdafaa kaleniz

var..” demişti.

“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...,, deyen şair ne kadar haklı imiş. Bugün düşünüyorum da kafamda böyle binbir hatıra canlanıyor, İşte bir tanesi: Bir mayıs günü idi. Kilisten ilerileyen düşman kuvvetlerine karşı Şahinle beraber değirmen —Karatepe hattında vazife almıştık. Bu merd arkadaşım, kendi sağ kaldıkça düşmanı Kilis şosasmdan geçirmiyeceğine andiçmişti. Ben de bir avuç maiyetimle beraber Karatepeyi tutmak üzere değirmende kalan Şahinden ayrılıdım.

Aradan çok zaman geçmeden Durmuş onbaşı beraberinde iki çil Fransız olduğu halde çıkageldi:

—Komutanım, bu gâvurlar bizi görünce ateş etmek istediler. Silâha davrandık korktular. “Türk teslim!... dediler. Size ilettik. İşte tabancaları., dedi.

Yüzbaşı ve teğmen rütbesinde bulunan bu Fransızlar karşısında durdukları kalpaklı, poturlu teğmenin onbaşıdan pek farklı geyinmemiş olduğunu görmekten doğan bir hayretle bana bakıyorlardı. Çehrelerinde ölüme götürülen mahkûmların yüz kırışıklıkları vardı. Kendi dillerde dert anlatamamak korkusu taşıdıklarını anladığım için Yüzbaşı rütbesindekine Fransızca sordum:

—Niçin indiniz?

Pek aşikâr bir sevinçle gözleri parlayan Yüzbaşı cevap verdi:

—Bu yönde keşfe memur edilmiştik. Motörde arıza oldu. İnmeye mecbur kaldık. Söz doğru idi. Vaziyetinde Fransızcayı nasıl olup ta öğrendiğimi sormak isteyen bir hal vardı. Bir esirle uzun uzadıya laf etmeyi doğru bulmıyarak marakını tatmin etmedim fakat:

—Korkmayınız, sizi bir harp esiri gibi değil bir misafir gibi tutacağız. Dedim. Sözlerim muhatablarımda ikinci bir şaşkınlık uyandırdı. Korkmamak… Bir misafir gibi... Kelimelerinin altında ezildiklerini hissettim. Onları daha fazla üzmemek için çok süal sormadım. Akşam olmuştu. Yedirdik, içirdik. Köyün bir odasını onlara ayıttım. Geceyi canlarından emin olarak derin bir uyku içinde geçirdiler, Sabahlayın yanıma getirtmiştim, beraber kahvealtı yapıyorduk; o aralık ihtiyar köy kâhyası geliverdi. Beni büyük bir saygı ile selamlayarak ve ellerini göğüs hizasına bastırarak söze başladı:

Beyim, hayvanlar için gereken yemi, otu hazırlattık. Memiş geldi. Düşman bu tarafa uğramıya cakmış. Fakat çocukları yine saldık gözleyecekler.

İhtiyar gidince kafasına hücum eden merakı yenemiyen yüzbaşı sordu:

— Demek böyle çalışıyorsunuz?

— Evet, görüyorsunuz yedisinden yetmişine kadar.

— Öyle ise muvaffak olursunuz.

— O ümidle çalışıyoruz.

Bundan başka hemen hemen hiç konuşmadık. Yüzbaşının boğazında laflar âdeta düğümlendi. Gündüzü köyün kuzeyindeki ağaçlıklı dere boyunda gezmekle geçirdiler.

Ertesi gün aldığım emre uyarak esirleri bölük karargâhına yolladım. Tayyareyi de muhafaza altına aldırdım. Köyde bulunduğumuz üç gün zarfında düşman hakikatan bu taraflara uğraladı.

Ankara anlaşması mucibince Fransızlar geri çekildiler. Esirler geri verildi. Antep Gazi unvanını aldı.

Silâhı bırakmış, sivil ödevime başlamıştım. Günün birinde Karatepe köyünde vaktde müfrezeme esir düşen Fransız Tayyarecisinden şu mektubu aldım:

Akif Bey,

İhtiyat zabiti avukat:

Sayın beyim,

Küçük yaştanberi, Türkleri yakından görmeyen her Fransız gibi ben de, sizi ne yalan söyleyeyim, fena zannediyordum. Ne âlicenap bir millet olduğunuzu ancak o uğursuz günde anlayabildim. Fakat bu uğursuzluk siz Türkleri tanımama vesile olduğundan dolayı uğurlu oldu.

Yere inince hayatımızdan ümidimizi kesmiştik, teslim olmaktansa tayyare ile eraber yanmayı göze aldık. Karşımızda barbarlar göreceğimizi zannederken bizi âdeta kurtarmıya koşan rnerd insanlarlarla karşılaştık.

Yere inince hayatımızdan ümidimizi kesmiştik, teslim olmaktansa tayyare ile beraber yanmayı göze aldık. Karşımızda barbarlar göreceğimizi zannederken bizi âdeta kurtarmıya koşan merd insanlarlarla karşılaştık.

Ben sizin Fransızcanız kadar Türkçe biliyordum. Fakat etrafımzdakilerin kelebek gibi dönüşü bize nasıl çalıştığınızı anlatıyordu. Hele köylü ihtiyarın müşfik durumunu, sizin emniyet telkin etlen kibar muamelelerinizi hiç unutamamaktayım. Bu minnet ve hayranlık duygumu şu birkaç satırlık yazı ile bildirmeği büyük bir borç bilirim. Meğer ne kadar insan sever, özü sözü doğru centilmen bir ulusmuşsunuz!... Sonsuz hürmetler…

Halep— Müslümiye tayyare karargâhı Yüzbaşı K. Jorj

Yazan: Ziya GÜNER