Bir sokağın dönmecinde bir kalabalık gördüm. Tecessüs ve marakla ilerleyorum. Fakat gördüğüm dehşet karşısında gayri ihtiyarî gözlerim sulanıyor. Tanıyorum. Evet gene o, “Faik” benim eski arkadaşım...

Dağınık kirli saçlarını titrek, buruşuk ellerde kavramış, göksünü parçalayarak ağzından boşanan kanları dışarıya çıkarmıya uğraşıyor; kirli taş döşemelere ciğerlerini dökerken sarsılıyor, tıkanıyor.

Son bir öksürme ve hıçkırık, salya, kan birbirine karışıyor, eller gevşeyor... ve baş yana kayıyor.

Şimdi mor mu, sarı mı ne renk olduğu bilinmeyen dudaklardan katılaşmış kan damlaları sızıyor.

Göksünde hafif bir hareket, nefes alıyor gûya... Onu kaldırmak, götürmek isteyorum, fakat nereye?...

Heyhat hangi kapıdan içeri sokabilirim onu bu haliyle... Hiç olmazsa ıslak kaldırımın iliklere işleyen soğukundan kurtarabilsem!...

Bir hareket, kıpırdanma, göz kapakları aralanıyor, hırıltı halinde bir ses:

— Sen misin? deyor, oh seni görmek çok isteyordum. Son bir görüşme olacak bu. Sözünü bitirmeden bir şey hatırlamış gibi elini pantalonunun yırtık cebine uzatıyor, bir şişeyi titreyen ellerde kavrayor, ağzına götürerek bir anda boşaltıyor. Bitkin ve mecalsiz görünen eller bu işi o kadar süratle yapıyor ki müdahaleye vakit bulamıyorum. O gene mırıldanıyor:

— Ummuyorsun değil mi? Bak şaşırdın adeta, oh (Ferdi) bilsen ben onu ne kadar çok seviyorum. “rakı” o benim yegâne kurtarıcım, ciğerlerini, maddî varlığımı çürüterek beni kurtaracaktır o...

Yaşamak denilen bu aldatıcı ve iğrenç şeyden kurtuluyorum artık. Her kan kusuşumda biraz daha ölüme, ölüm denilen o halaskar mefhuma yaklaşıyorum. Susuyor biraz sonra gene devam ediyor:

— Haydi Ferdi uzaklaş buradan; karşıdan gelenler var. Sonra seni benimle ahbaplık ettiğin için ayıplarlar. Adın kirlenir, git, çok rica ediyorum azizim benden artık uzaklaş, dertlerimle beni yalnız bırak deyor. ikimizin de gözlerimizden yanaklarımıza zehirli damlalar yuvarlanıyor. Dünyada her kudrete lanet ediyor şu anda zavallı Faik!.

Faik altı yıl evvel, hasta ve kimsesiz annesini geçindirmek için tahsili bırakmış, [....] şirketinin bir şubesinde 35 lira maaşla bir kâtip olmuştu. Çok dürüst ve ciddî çalışıyor, âmirleri tarafından takdir ediliyordu. Kısa bir zaman sonra [ . . . ] nın dolabından 250 liranın kaybolduğu şayi oldu. Bir çok aramalar, bilmem nasıl delillerle Faik ve bir başka kâtip işten çıkarıldı, ve hırsız olarak mahkemeye verildi. Muhakeme neticesinde öteki kâtip beraet etti. Faik iki yıl hapse mahkûm olmuştu. Onun bu hali muhitte çok acı bir tesir bıraktı. Onu tanıyanlar ve sevenler suçlu olduğuna inanmıyor. Fakat deliller ve mahkeme suçlu gösteriyordu...

Hapisten çıktıktan sonra tanınmıyacak kadar değişmişti. Geçinmek, yaşamak için küçük bir dükkân açtı; arzuhalcilik yapıyordu. Fakat daima yanında bir şişe mütemadiyen yemek ve su yerine rakı içiyordu. Vaz geçirmek kabil olmadı. Tam dört yıl hiç durmadan içti, içti...

Nihayet barınacak yeri kalmadığı için sokağa düştü. Sefil ve bitkin kaldırımlarda sürünüyor. Eline geçen ilk meteliğe rakı alıp içiyordu… Hiç bir kuvvet onu bu itiyadından ayıramadı… “Rakı benim kurtarıcım bırakın içeyim” deyordu.

Son ayrılışından üç gün sonra onun bir kaldırımın üstünde kan kusarken tıkanıp öldüğünü işittim. Kan ve pislik birikintileri arasından kaldırılırken, kapalı duran sol elinin içinde ellerini parçalayarak derisinin içine kadar gömülmüş kırık bir rakı şişesinin parçaları bulunmuş. Düşünüyorum zavallının bu âkıbetine hangi zehirin sebep olduğunu bulamıyorum.

Yazan: Leman URAL