Bir Eylül akşamı idi, ortalık henüz kararmamış güneş bir yangının son alevleri gibi büyük söğüt ağacının solgun yaprakları arasında kayboluyor, esen serin bir rüzgar ve altın gibi etrafa serpilmiş cansız yapraklar. Gün batarken, sanki ufkun bağrı kanıyor, bazı göklere yükselen mor dalğalar son baharın bu hazing manzarasını yükseklerden seyrediyordu. Gök yüzümai tüllere bürünüş olan, şeklini yavaş yavaş uğrursuz ve korkunç bir geceye terketmekte.

Yazın sıcaklardan canı yananlar sonbaharın lâtif akşamından istifade etmek için parkları geziyoruz, yollar kalabalık bir insan kütlesile dolup boşalıyordu. Sonbahar Istanbulun bu güzel köyünü bir kat daha güzelleştirmiş, herkeste, her şeyde bu mevsime karşı coşkun bir neş’e vardı gök yüzü kışın gelmesinden memnun olmayarak ağlamaya hazırlanan bir çocuk gibi hırçınlaşıyor sular ve sahilde dinlenen küçük çırpıntılar nedense bugün pek hazing akıyorlar arasıra da isyankar bir şekilde coşuyorlardı. Kuşlar çıplak dalların üstüne artık son şarkılarını terennüm ederek sanki insanlara başka bir neşe veriyordu. Nalan bir neşe ve sürür dalgaları tarafından bir kenara atılmış bir hiç gibi idi. O artık bu yalnız hayattan bıkmış usanmıştı. Ya ıssız odasına çekilmiş güzel başını sıcacık elleri arasına almış yakın bir ölüm yolunu düşünüyordu ve kendi kendine ’’Ah Yarabbim bu ömür ne karanlık ve bitmez bir gece oldu diyordu.

Tam bu sırada Nalan bir şey düşünmüş olacaktı ki hemen yerinden fırladı yüzü hararmış, gözleri büyümüş saçı darmadağın, yürümemek için evet artık bu hayata son vermek için biraz ilerledi odasından sofaya çıktığı zama annesi bütün iştiyakile gözleri önüne geliyordu. O sırada içi yanarak “Ah anneciğim seni şu dakikaya kadar çok özlediğini hiç hatırlamıyorum’’. Titreyen dizlerine mukavemet vererek biraz daha ilerledi, Güzel basını annesinin gerdanına dayıyarak düşünceye daldı. Nalansız aynı suya aksetmiş ışıklar bibi prıl peril yanan, deniz kadar derin ve engin olan kahverengi gözleri ufuklara dayanarak bir an kendini ve yanan kalbini unuttu, uzun kıvrık kirpiklerini yumdukça onlar arasından dökülen inci taneleri yanaklarından yuvarlanarak toprağa düşüp kayboluyor. Nalan bu kaybolan göz yaşlarını uzun uzun seyrettikten sonra, solgun fakat alca dudakları arasından şunları mırıldanıyordu.

‘’Biraz sonra ben de onlar gibi çabuk kaybolacağım’’

Hadi bahtsız Nalan ne duruyorsun bu karanlık hayattan daha ne bekliyorsun, bir an evvel mesut hayrtına kavuş hadi durma; biraz daha mukavemet et bak yeni bir hayat seni bekliyor. Böylece sararmış yaprakları hışırdatarak bir lahza dalgın dalgın yürüdü. Bahçenin 3 Km. kadar ilerisinde coşkun bir dere ve bunun üstünde şehre gitmek için kurulmuş bir köprü vardı, akşamın elemli gölgeleri gittikçe bütün korkunçluğile etrafı sarıyor, Nalanın hazin iniltilerine ses veren coşkun dere ve sonsuz karanlıklar bu gece ona çok daha mülâyim geliyordu. Ah evet Nalan her an biraz daha ölüme yaklaşıyordu. Rüzgâr önden esiyor, sanki Nalanın dereye doğru gitmesine razı değilmiş gibi ıslıklariyle onu geriye iterek ilerlemesine mani oluyordu. Gittiği yerde güllerin ‘’yapraksız dikenleri Nalanın eteklerine takılıyor, sanki onlar da Nalan gel gitme

yazık genç güzel hayatına bu bahar mesut olacaksın!’’ diye onu tutuyorlardı. Nalan eteklerini dikenlerden çabuk kurtarıp bir an evvel bu hayattan kurtulmağa çalışıyor. On lara bırakın beni uğursuzlar siz de mi beni sahipsiz buldunuz ne istiyorsunuz bırakın beni diyorum size ben fena bir yere gitmiyorum. Doymadığım şeylere kavuşmak için gidiyorum. Bırakın tutmakta hakkınız ne her doğan ilkbahalda bir felaketle kucaklaşıyorum, diyerek kurtaramadığı eteklerini parçalayarak geçiyordu. Ah Allahım bu yol hakikaten bu kadar uzun muydu, yoksa bu gece mi uzamıştı. Bu gece Nalan sonbaharın renk ve kokularını emen insanlar arasından ayrılmış kendini çok derin ve vonklayarak akan derede sükun bulmaya gidiyordu. Evet işte o zaman isteğine kavuşacaktı. Sürüklenerek köprüye kadar gelen Nalan bir an içinde hayatın bu dayanılmaz ıstıraplarına son verecekti.

-Arkası var-

185 Ülker YENER