Gaziantep büyük şehirlerimizdendir. Barındırdığı nüfus bakımından beşinci geldiğini söylerler. Fakat ben onun büyüklüğünü ne nüfusunun çokluğuna, ne güzel ve hacimli yapılarının heybetli yığınlarında aradım. Hattâ ne kamu hizmeti gören başarılı kuyumlarının çokluğu ne temiz caddlerinin genişliği ne parklarının solmaz baharı benim için bir oranlama esası oldu. Çünkü Gazianteb’in büyüklüğü günlük hayatının akışındaki azametindedir.

Bu şehirde gühlük hayatın akışı, yatağının yolu içinde vakarlı bir hızla geçen engel bilmez ulu çaylarındakine benzer. Ne taşar, ne dağılır, ne duraklar. O nun hızdan düştüğünü, rengini değiştirdi ğini gören olmadı. Uğultusunda tok ve doygun bir anlam duyulur. Çevik fakat telâşsız, sert fakat bıkmıyan bir akış.

Gazianteb’in çarşısına giren bir gezgin bu ulu hayat akışının dalgaları üstünde bir yaprak gibi kalır. Onun içindir ki Gaziantep’te büyük bir şehirden ziyade, bir şehir büyüklüğü görürsünüz. Bu şehir büyüklüğü Gaziantep’e metropol olmak yolunu açmış bulunuyor.

Bu şehrin bağrında yüzbinlerin toplanması ikimazhariyete bakar. Ya şehrin tabii çekimi (cazibe), ya şehirlilerin üstün kabiliyeti. Gaziantep iki yönden de mutludur. Orada hayatla savaşanların dev insan durumu var. Onlar nerede bir çetin şey varsa ona yönelir ve günün her saatinde birkaç engeli birden devirirler. Onun içindir ki kabarık göğüsler burada gördüğünüz medeniyet meyvalarının hepsi bizimdir diye seslenebiliyor.

Gerçek! Antep’te izbelikten konaklaşan her yapı ve tebeşir taşı üzerinde yeşeren bir cennet; başında yerli iradeden bir sorguç taşımaktadır. El tezgahlarının bir anda nasıl bir işlek (atölye) olduğunu bir demirci dükkânından fabrikaya nasıl geçildiğini en iyi olarak ancak, burada görebiliriz. Antep’te gayretlerin teklisi de toplusu da başarılı oluyor.

Tuttuğu her işin hakından gelen Antep’linin zekası ne keder çevik aklı o kadar olurumludur. Serin düşünmeyi, çabuk kavramayı bilen Antep’li birden ve hızlı davranmayı bilir. Nerede bir Antepli tanıdımsa onun bu üç meziyeti de birbirinden üstündü. Bazı kimseler varki fa jiletleri daha zivade gurbette ışıldar. Fakat Antepli kendi memleketinde de iş eri ve başarı kahramanıdır, hiç bir kazanç hiç bir şeref ona Antep’te ettiklerinden fazla gurur veremez. Antep galiba ezelden beri zekânın cesaretin ve iradenin memleketi oldu.

Bir aylak, bir başıboş, bir iş kaçağı bulmak için hayli yorulmak gerektiğini öğrenince Antep’in iş hayatı karşısında seve seve eğildim. Çarşıdan dışarıda, ufku geniş bir pencere ardındayım. Güneş ışığının bu iklimlere özgü bir tellenmesi ve bu telenmenin manevilenmesi var. Bakışlarımbu manevilenmenin dingi (sükûn içinde noktadan noktaya kayarken fikrim şehrin göbeğindeki iş hayatının sahipsiz uğultusu içinde çırpınıyorduve oradan bir türlü ayrılamıyordu.

Çocukken katırcı kervanları bizi Antep’e getirdi. Sayısız taş yapı hanlardan birinin büyük taş odalarından birine yerleştirdik, sonra çarşıya çıkardık. Şimdi iyice hatırlıyorum, bu çarşı o zamanda bu kadar hareketli idi. Keskin, ateşli, inatçı ve yorulmak bilmiyen bir hareket.

Bu hareketin, refahlı, gören içli bir hayat içinde dinlenmesi ne kadar haklı ise bu dinlenmenin zevki o kadar mutlu olu yor. Bir gün Antep çok büyük bir şehir olmak yolunu tutan kentlerimizi geride bırakır ve öne geçerse elbette ki hak yerini bulmuş olacaktır.

Güneş alçalıyor, gölgeler uzanıyordu. Şimdiye kadar upuzun bir sessizlik halin de uyuklamış olan büyük caddede bir den bire hayat cıvıldadı. Güzel giyinmiş, iyice süslenmiş, neşeli bir halk akışı görü yorum. Bunlar şimdice kadar nerede idi? sinemalar veya düğünler mi boşanmıştı, değil. Bunlar, keskin, ateşli, inatçı ve yorulmak bilmez iş adamları idi.

Demirci meşin önlüğünü ne zaman atılmıştı?

Yemenci elinin çirişini ne çabuk yumuştu?

Değirmenci ne tez arınmıştı? Beş dakika içinde iş hayatından tertemiz bir eğlence hayatına geçebilen bu kudretli insanların hangisi nalbant, hangisi terzi, hangisi telkâr, hangisi çulhadır? Ayırd edemezsiniz. Taş yonucu ile ipekçinin el sıkışı ancak bu memlekette birbiri gibidir.

Büyük caddeden meydana boşanan bu halk kol kol bahçeler, parklara dağıldı. Koyu yeşilliğin gölgesindeki masalara baygın ve ıtırlı bir som ikindi ışığı süzülülüyor. Masalara çöken çalışkan Anteplilerin şimdi kulağı sazda ve dudağı bardaktadır. Hayat savaşında ödevini yerine getirirken ne kadar cesur ve gayretli ise hayattan hakkını almakta o kadar dikkatli olan Antepliyi sahan sahan kebap, sini sini baklava tepsi tepsi üzüm yerken ve arada bir topak rakı yuvarlarken görürseniz şaşmayınız. O gıpta edilecek, örnek tutulacak üstün bir insandır. Hayat volunun engellerini Antepli gibi devire bilenler havat zevklerinden Antepli gibi hisselenebilirler.

Antepliler memleketlerini çok severler. Nerede rastlarsanız rastlayınız; her Antepli kısa bir sohbetten sonra size Antepli olduğunu açmaktan kendini alamaz. Sakarya boyunda milyonluk taahhüt işleri nin başındaki mühendisten, kırık kuru arabası ile Ağrı eteklerinde çalışan şoföre kadar her Antepli böyledir.

Mardin’den Aras kaynaklarına kadar kendi giderinde (otomobil yerinde kullandım) yol yaptığım Antepli şoför bizi yayla güneşinin kavurduğu ve tok tozların boğduğu saatlerde bile memleketini övmekten hazduyda. Birgün Iğdır’ın pamuk tarlalarını yarmış genç ve gür kayısı bahçesine gitmiştik. Kendisine bu bahçeler de güzel değil mi dediğim zaman Antepli şoför uzun uzun düşündükten sonra kelimenin son hecesini titrek bir çekme ile sürttürerek Ayıntap dedi ve sustu. Şoförün bu sükûtu derindi. Bu derinliğindi binden yüzüne kadar tok doygun bir gurur gezişiyordu. Bu gururla canını dişine alarak engeller aşan bir erkek bengilli, babayit oğlunun üstün varlığı karşısında melekleşmiş bir ana şefkati vardı. O anda duyduğu coşkun ululuğu kelimeleri cılızlatmış ve silmiş olduğu için beni sükutun belagatine gömmüştü.

Antepli neden bu kadar Anteplidir. Niçin her Antepli memleketinde yaşamağı memleketinde ölmeği düşünür. Bu duyguyu oralara özgü geleneklerin büyüsünde mi aramalıyız. Yoksa tabiatında ve toprağındamı karşı konulmaz bir çekim var?

Anteplinin ne zamandan beri bu rübbe Antepli olduğunu öğrenmek araştırmaların en tatlısı olacaktı. Fakat bunun için bende ne zaman ne imkân bulunmadığından “Antep Meşahiri”ni yazmakta olan bir arkadaşıma baş vurmayı yolların en kestirmesi buldum. Bu sayın arkadaşım bana her yeri bütün bir vatan için yeter derecede büyüklük ifade eden bir alay Antepli tanıttı. Bunlar fikir alanında açmalar yapmış, bilgi aleminde ehramlar kurmuş, kamu hizmetlerinde üstün başarılar yığınlamış büyük insanlardı. Bunların içinde biri vardı ki yurt olarak Anteb’i en köksel bir aşkla sevenlerin dilini kullanıyordu. Onu okurken insan Antep güzelliğinin şiirine olduğu kadar Antep geleneklerinin sihrine de eriyor. Bu zat Antepli İbrahim İbni Balidir.

İbni Bali Mısır eğemenlerinden Kayıtbay’ın İkinci Beyazıt katında elçisi idi. 13 bin beyitlik manzum bir hikmetnamesi vardır. Her devirde her millet için bir kıvanç vesilesi olacak derecedeki kıymetli Antep’i oven beş on beyiti ile tamamlanmış sayılabilir. Şimdi biz de Anteb’i Antep için yanıp tutuşan bu şairin gözü ile seyredelim:

Bu şehristan ki şehri mevlidimdir

Eben an ced makamım mahtabımdır.

Ki yani Aynitab o şehri rânâ

Arusi âlem-ü maşuki dünya

Misali yok durur büldan içinde

Naziri gelmedi devran içinde

İbni Bali Antep “şehir ve şehiristan” ile vasıflandırıyor. Demek ki orası 500 yıl öncede bir şehirdi. Hem de eşi bulunmayan bayındır, büyük şirin ve güzel bir kent. Onun kuruluşunda durum ve tutumunda bir gelin nazlılığı ve bir güveyi kükremliği vardır.

Gerçek; ilk bakışta yüze bu kadar tatlı, bu rütbe ılık bir çehre ile gülümseyen bir şehre az rastlanır. Acaba Antep’in neresi ve nesi güzeldir? Bu hem gelin hem güveyli şehrin solmaz gençliği cıvıl cıvıl güzelliği çok nüfuslu kibar bir ailenin servet bolluğu ile reklendirilmiş, bezenmiş, ahenkleştirilmiş düğün evine benzer. İnsanın orada güzel bir köşe güzel çizi, güzel bir nokta aramak için ne vakti ne dikkati olur. Hayatta neşenin en kıvrağı ile bakan nefese güven sahipleri ve ileriye ümidin en doygunu (mutmain) ile kucaklıyan ferah gönüllüler işte Antepliler bu insanlardır. Ve Antep bu insanlar memleketidir.

Antep’in neresinde bulunursanız bulununuz daima bir balkonda gibisiniz. Ufuk hiç bir yerinde sizden yukarıya çıkmaz ve ufukları yüceden deneyebilmek tabiatının gururu okşıyan bakışlarının en cömerti değilini? Günün burada geçen hangi saati daha mutlu ki? Gelin bunu yine İbni Bali’den dinliyelim:

Güzeldir, hem güzeller şehridir ol.

Gülistandır, Belabil şehridir ol.

Açılmış gülleri ve murgzarı.

Kibar her canibinden murgi zari.

Kendi güzel, halkı güzel olan Antep’in her saatinde beş duygunun beşini de kıymetlendiren ses, koku, renk, tat ve ışık kibarlığına dayanırsınız.

Akşam olunca gökler alabildiğine uzaklaşır ve yıldızlar sofranıza dokunacak kadar alçalır. Gecenin ışığında seher mavisinin sırrını ve gül ıtırının baygını kaynaşmış gibidir. Her bakışta güzelliğin kendini sezen bir ışık, hır sezişte güzellikte kendini emen bir özen var. Dikkat ediniz bağların yeşiline gömülmüş, dem çeken bülbülü bile kendinden geçmişten fazla zevkin doruğuna ermiş keyif ehline benzer.

Pınarlar gündüz birer yıldız gibi gümüşlenirken geceleri birer kuş gözü gibi cıvıl cıvıldır. Ve bu Pınarlar o kadar çok ki insan neşenin yudumlarını hangisinin başında almak kararını verebilmek için hazzın en gökseli içinde çırpınır. Çünkü İbni Bali’nin de dediği gibi Antep’te.

“Çıkar gün başına bir kup çeşme

Letafette bağışlar nur çeşme”

Hele bu çeşmeler Berrak serin büyülü çeşmeler! Ben Antep’i övmekte ileri mi gittim diye sorunurken İbni Bali beni cevapladı:

Nola metheylesem ben ol meabı

Ki âlem methedipdür Ayintabı

İlâhi gitsin anın Aynitabı

Ki viran isteye bu Ayintabı

İlâhi her kim ola ana bağı

Çırağında bu şehrin yana yağı.

Antep 1920’de bütün bir vatan içinde tek ve yalnız kaldığı zaman karşısında kudretli bir düşman dikildi. Onu almak, alamazsa viran eylemek istiyordu. Çeşmelerini boğacak gülünü solduracak bülbülünü susturacak ve nihayet gönlünü körletecekti. Antep yalnız kendi benliği ile baş başa epiyce düşündü. Bu düşman ne yapabilirdi? Antep’i yıkar, maddi varlığını ortadan kaldırabilirdi. Fakat Antep’in bir benliği vardı ki ona kuvvetlerinin hiç biri dokunamadı. Bu benliğin umutsuz zamanlarda parlıyan şeklini Türk Tarihi yiğitlik ahlakını kullandı. Onun için Antep’in savunmalarında ne düşmanın zoruna ne kendinin kimsesizliğine önem verilir. Antep bir kazan olmuş düşman kavuruyor düşman eritiyordu. Bu amansız ateş benliğinden ve gölünden palazlanıyordu.

Halkevindeki odama Antep’in yaldızlı sabahı dolmuştu. Dinç ve ümitli uyanmıştım. Odadaki eşyanın hepsi neşe gülümsüyordu. Aralık kapıdan dikkat ettim karşıki salonun duvarında ufak bir maden parçası parlıyordu. İnsanın içine akan kalbine dolan bu parıltının çekimine yakalandım. Dimdik ona doğru yürürken sancak görmüş bir er gibi idim. Saygı durumu aldım ve selamladım. Bu maden parçası Gaziantep’in yiğitlik ahlakına verilmiş istiklal madalyası idi.

H. Reşit TANKUT

5 ve 6 Kasım 1940 (Ulus’tan)