[1]

Sayın Yurttaşlarım,

Anadolu’nun cenubunda. Suriye Hududuna elli kilometre mesafede, bin metreye kadar yükselen bir yayla üzerinde etrafı hafifçe kabarmış tepelerle çevrili, elli bin nüfuslu bir şehir vardır.

Burası bol güneşli, parlak semalı, bağlar, bahçeler ve ırmaklar diyarıdır. Burası bülbüllerin şakıdığı, şairlerin vecde geldiği bir iklimdir. Burası sanatkârlar beşiği, âlimler kaynağı, kahramanlar yatağıdır.

Orada, vadilerden taşa taşa akan çayların kıyılarını koyu renkli gölgeli meyve bahçeleri süsler, bahçeler teşkil eder.

Bugün orada bulunsaydınız kütüğünden yeni koparılmış türbe eriği büyüklüğünde, dumanı üstünde, mor renkli bir üzümün dişleriniz arasında buz gibi bir kütürtü ile kırılmasından müstesna bir zevk duyacaktınız.

Reçine kokulu, sarı kırmızı renkli salkımlarla bezenen gevrek dallı fıstık ağaçları, tatlı meyilli kıraç dağların vahşi yamaçlarında kökleşmiştir.

Anadolu’nun her tarafında rağbet bulan ucuz zarif ve sağlam dokumanın üç bin tezgahı orada kurulmuştur. Nefis birer resim olduğu kadar ince birer şiir olan el işleri, ora kadınlarının ve kızlarının hünerli parmaklar ile işlenilir.

Eserleri derinlik ve çokluk itibariyle bir insan hayatına sığmayacak kadar azametli olan allâme Ayniyi yetiştiren orasıdır.

Mütercim Asım’ın, Münif Paşa’nın Hasırcıoğlu’nun, Aydî’nin, Dürrî’nin feyz aldığı yer orasıdır.

Orada kadim ve asil bir Türk kültürü vardır. Âdet ve ananelerinin izleri uzun asırlar evvel yaşamış ecdadımızın kültürlerine dayanır.

Erişebildiğimiz kadar eski Türk lehçelerinin en halis kelimeleri halâ orada yaşamaktadır.

Orada, bugün bile Etilerin giyinme tarzını muhafaza eden halk görürsünüz.

Tarihin kaydedilebildiği zamandan beri, Türklerle meskûn olan bu bölge, yalnız bugün değil, ileriden beri şuurlu bir milliyet hissine, asil bir benlik duygusuna maliktir.

Tabiatın maddî ve manevî birçok bahşayişiyle bezenmiş olan bu güzel yurd parçasının çalışkan halkı, iş zamanında etrafta uçuşan bal arılarına… İstirahat zamanında bahçelerde neşe dağıtan bülbüllere… İş başa düşünce de dağlarındaki kurtlara ve tepelerindeki kartallara benzer.

Ben şimdi onların ne sanatından ne ticaretinden ne ilmî varlığından, ne de ince ruhundan bahsedecek değilim.

Bundan on yedi sene evvel bütün dünya ufuklarını çınlatan milli hareketine ve kahramanlık sergüzeştine temas etmek istiyorum: Fakat bu sahne, gözlerin dayanamayacağı kadar keskin ışıklı, teleskopların gösteremeyeceği mertebede yüksek şahikah, beynin tahammül edemeyeceği derecede eritici ve yakıcı levhalarla doludur. Onun hakikatına tamamıyla nüfuz etmek çok güç. Bir sahifesine şöyle bir göz atmak bile haftalarca insanı meşgul eder.

O halde ben ne yapabilirim?

Kudret ve kemal karşısında aciz ne yapabilirse ancak onu.

Bir şeyler söylemeye kalkışmak, korkuyorum ki, o sergüzeştin hakiki değerini azaltacak.

Size bu fıkra nakledeceğim: bu, altmış sene evvel, yani Türklük Türkçülük gibi düşünceleri millet camiası için de hiçbir yeri olmadığı ve dinî zihniyetin her şeyden üstün tutulduğu bir devirde ora halkının damarlarında kaynaşan şuurlu milliyet duygusuna parlak bir delildir:

Bir Arap kadı gönderiyorlar. Halk kendi diliyle konuşmayan bu adamın tevzii adalet makamında oturtulmasına sinirlenmiştir. Zamanın âlim ve şair şahsiyeti Hasırcıoğluna rica ediyorlar. O da Meşihate şöyle bir istida yazıyor:

“Antep kasabası derun ve birunu yüz bini mütecayüz nüfusu şamil ve ahalisi kâmilen Türkçe tekellüm eder, cesim ve mühim bir Türk memleketidir. Merci-i ümur-ı ibad ise şeriat ve bidayet mahkemeleri olup her ikisinin naip ve reisi Türkçe bilmez ve lakırdı anlamaz evlâdı Arap’tan Ebülmuhsin efendidir. Lisanımızla tekellüme kadir bir naibin tayin ve izamı hususuna müsaade buyurulmasını şeyhühatim hasebile umum ahali namına istirham ederim.”

Bu müfrit Türkçü hissin Meşihate karşı izhar edilmiş olması da ayrıca dikkate değer.

Bayanlar, Baylar

Gene kendi devletleri namına adalet tevzi edecek olan bir hakimi Türkçe konuşmuyor diye reddeden bu halk, yabancı bir ırk namına istiklâline tecavüz edilmesini nasıl kabul ve hazmedebilirdi?

İşte on yedi sene evvelki mukaddes isyanın dayandığı nokta budur.

Zahirî manzara tezadın en beliğ bir misaliydi: Bir tarafta cihan harbinden galip çıkmış, bütün medenî harp vasıtalarıyle mücehhez kocaman bir devlet…

Diğer tarafta yenilmiş silâhlarından tecrid edilmiş bir devletin bütün harp vasıtalarından mahrum bir şehirciği…

Böyle başlayan sahne, yine tezadın en beliğ bir misali olarak kapandı. Fakat bu defa ki tezat küçüğün kudreti karşısında, büyüğün aczinden ibaretti.

Aziz dinleyicilerim,

Şehir sokaklarında Fransız ordularıyla Anteb halkı arasında dokuz yüz yirmi nisanında başlayıp dokuz yüz yirmi bir şubatına kadar devam eden on bir aylık kanlı bir boğuşmanın her günü, hatta her saati bizim için şeref menkıbeleriyle doludur.

Bu maceranın türlü bakımlardan tahlili sonunda varılan neticeyi ancak “mucize” kelimesi ile ifade edebiliriz.

Filhakika beşerî imkân ve kudretlerin fevkinde olan Antep Müdafaasının dasitanı, ne askerlik fenninin, ne sosyolojinin, ne fizyolojinin, kanunlarıyla izah edilebilir: Zira fen ve ilim mümkün olan şeyler ve normal olan şartlar üzerine kurulmuştur. Antep savaşı ise baştan başa hayallere bile sığmayan harikalar ve efsanevi kahramanlıklar meşheridir. Efsane fenni ve ilme girer mi?

Bazıları derler ki edebiyatta desitan devri artık kapanmıştır. Eğer edebiyatın muhitten ve hadiselerden ilham aldığı inkâr edilmiyorsa ben onlara Gaziantep hamasetini gösterir ve “bunun edebiyatı nedir” diye sorarım. Firdevsînin ünlü bir epope olan Şehnamesinde şöyle bir sahne vardır:

Beruz-i neberd an yel-i ercümend

Beşemşir ü hançer begürz ü kemend

Birid ü derid ü şikest ü bibest

Yelanra ser ü sine vü pâ vü dest

Yani:

(Boğuşma günü o asil kahraman kılıç ve hançerle, gürz ve kemene düşman muhariplerinin ellerini bağladı, ayaklarını kırdı, başlarını kesti, göğüslerini parçaladı.)

Bu sahne Gaziantep kahramanlıklarının hamaseti yanında oyuncak gibidir: Bizim hakiki sayısiyle sekiz kahramanımız kılıçsız, hançersiz, gürzsüz ve kemensiz, hatta günlerden beri gıdasız oldukları halde Fransızların en mükemmel, tüfeklerle, mitralyözlerle, toplarla, tanklarla, mücehhez muazzam ordusunun yollarını haykırmalariyle bağladılar… Toplarını sopalariyle kırdılar: Askerlerini tırnaklariyle kestiler. Ve tanklarını yumuruklariyle parçaladılar.

Mübalağa yapmıyorum: Gaziantep harplerinin tafsilâtını okuyoruz. Anteb’in sokak muharebelerinden mağrabaşı taarruzunu sorup anlayınız. Çınarlı şehametlerinin manzarasına muttali olun. Musullu sokağında ki esatiri savletimizin gökleri sarsan korkunç heybetini öğreniniz. Ve bunları isterseniz düşmanların yazdığı eserlerden takip ediniz. Mübalağa değil. Dünyada hiçbir hakikat, Antep müdafaasında olduğu kadar hayale benzemedi. Müdafaaya ait halk türkülerinin birinde şu mısra vardır:

Fransız kurşunu geçmez adama

Bu bir epopeden başka nedir? İşte galip ve mağrur Fransa’yı yenen kuvvet bu ruhu taşıyanların imanıdır:

Yine halk türkülerimizin birinden çete başlarından Karayılan ağzile Antep Kilis yolu üzerindeki savaşlar için şöyle denilir:

Karayılan der ki gelin oturak

Kilis yollarından kelle getirek

Fransız adını bütün batırak

Vurun çetelerim namus günüdür.

Bir Karayılan çetesi kelleler kese kese Fransız adını batırmaya ahdetmiştir.

İşte bütün Şahnameye muadil bir kıta ki her bir mısrası milli kinin granitleşmiş bir sembolüdür.

Vurun Antepliler namus günüdür,

Evet Yurd namusu, yiğitlik, namusu, Türklük namusu.

Eğer Fransızlar, maddi yokluğumuzun yanı başında bir manevi varlığımız olduğunu hesap edebilselerdi, başlarını çarpacakları bu korkunç granitin önünde yüz geri dönmeği elbette tercih ederlerdi.

Arkadaşlarım, tarihte saçlarını kesip gemi halatı yapan kadınların fedakârlığı bütün insanlığın duygusuna karşı bir vatanperverlik modeli olarak gösterilir. Şehitlerinin sayısı altı bini bulan gövdeleri ise yüzlerce metre irtifaında bir tepe teşkil eder. Ölmek yanında saç feda etmek nedir. Fakat ölmek de nihayet tapiî bir kanunun icabına uymaktır. Bizimkilerin olağan üstülüğü asıl sağ oldukları zaman gösterdikleri mucizelerdir.

Mehmet Akif, meçhul Türk asker için:

Bedrin arslanları ancak bu kadar şan idi diyor.

Bizim boğuşmamızı bilenler erişilmez ölçüdeki şan sahiplerinin Bedrin arslanları değil, Antep’in Bozkurtları olduklarını söyleyeceklerdir.

Çocukların yurt sevgilisini ve kahramanlık duygularını beslemek için mektep kitaplarına konacak en münasip ve ideal fedakârlık nümuneleri Gaziantep müdafaasının hakiki menkıbeleridir.

Aziz yurttaşlar.

Bugün on altıncı yıldönümünü kutladığımız kurtuluş bayramı o üsnomai savaşın mesud bir neticesidir.

Bu neticeye Büyük kurtarıcıdan kuvvet alarak ve onun yaktığı meşalenin nurlandırdığı yoldan yürüyerek vardık. Bahtiyarlığımızın derecesi, bu uğurda katlandığımız fedakârlığın ölçüsü nisbetin de büyüktür.

O fedgat ve fedakârlık desitanının kıymet ve âzametini hakkile ifade edebilmiş olmak için sözlerimi en yüksek kıymete bir tarihi vesika ile bitirmek istiyorum.

Geçen sene bugünde bütün Türklüğün ruhun inşirah ve imtihan bahşeden bu vesika en büyük Türk dehasının cihan değer takdir ve iltifatlarıdır. O ulvî ve edebi satıları gökten yere inen ayetler gibi hudû ve huşû ile tilâvet ediyorum:

“15 Sene evvel Antep - ki sadece bir TÜRK şehridir, her nasılsa yabancı kuvvetlerin eline düşmüş bulunuyordu. Bu tek TÜRK şehri hiçbir yerden maddi yardım görmeksizin kendi kahramanlığı ile kendini kurtardı ve GAZİ unvanına bihakkın liyakat kesbetti. GAZİANTEPlileri o gün olduğu gibi bu gün derin hürmetle takdir ederim. TÜRKÜM diyen her şehir, her kasaba ve en küçük TÜRK köyü GAZİANTEPLİLERİ Kahramanlık misali olarak alabilirler. En eski sağlardan beri tarihi yurtlarında TÜRKÜN yüksek varlığını kahramanlıkla tesbit etmiş olanlarla şahsen beraber olduğumu beyan etmekten duyduğum zevk ve saadet yücedir…

Ömer Asım AKSOY

25 Birinci Kânun 1937


[1] Ankara Radyosu’nda ve Halkevinde söylenmiş olan nutuk.