Dörtnala gelip uzak Asya’dan

Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benzeyen toprak bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın

Yok edin insanın insana kulluğunu

bu davet bizim...

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşcesine,

Bu hasret bizim...»

Bağımsızlığın 50. yıl dönümünü kutluyoruz.

Kahramanlar şehrine, 50 yıl önce düşmanlar girmişti.

Havamız, gönlümüz ve düşüncelerimiz kararmıştı.

Bizim olan güzel vatanımız, gazi şehrimiz sömürücülerle

dolmuştu.

Yurdumuzun tertemiz havası, yemyeşil kırları,

Masmavi gökleri, ılık güneşi düşmanlarımıza verilmişti.

Ama, Türk milleti kul olamazdı.

Ekonomik ve siyasi bağımsızlığım, özgürlük ve

yaşama hakkını kimseye veremezdi.

Vatan kapılarını kendisinden başkalarına açamazdı

Anadolu’muzun her köşesi gibi, Gazi şehrimizde

düşmana ve onunla işbirliği yapan Ermeni azınlığına

karşı göğsünü açarak ayağa kalktı.

Beni tepeleyerek yurduma girebilirsinniz dedi.

Ve böylece Atatürk’ün yarattığı Kuvayı Millîye

ruhu bağımsızlık savaşma katıldı.

Bu vatan, bu hava, bu deniz bizimdir. Burada,

özgür ve mutlu yaşamak, bizim hakkımızdır. Dediler.

Şahinler, Karayılanlar, adına destan yazılan nice adsız kahramanlar önderliğinde ve Atatürk ışığında silâha sarılan Antepliler Bağımsızlık savaşını verdiler.

Aç, susuz, yalınayak, bazan sopa, bazan taşla, dişi ve tırnağı ile, bazan da silâhı ile yurduna giren düşmana ve işbirlikçi azınlıklara, ağır darbeler indirdiler.

Uzun bir uğraşıdan sonra, 50 yıl evvel bugün, düşman ve işbirlikçileri yurt dışı ettiler.

Sömürüye kul olmayacaklarını, bağımsız yaşamayı her şeyden üstün tuttuklarını bütün dünyaya haykırdılar.