Eskiden her mahallede, o mahallenin en zengin adamına özgü bir selamlık vardı. Halk bu selamlığa (oda) derdi. Buralarda kahve, sigara oda sahibi tarafından oda cematına ikram edilirdi. Akşam yemeğinden sonra mahallenin ileri gelenleri, yaşlıları bu odada toplanırlar, sohbet ederlerdi.

Bizim Kazaz mahallesi seçkinleri de mahallemizdeki Dayı Ahmet Ağa’nın selamlığında toplanırlardı. Bu sohbet toplantısı, kışın Ağa’nın konforlu salonunda, yazın da evinin önündeki, o şehirde bir eşi bulunmıyan çiçek bahçesinin fıskiyeli havuzunun başında olurdu.

Bu selamlığa mahalleliden başka Dayı’nın dostları: Adliyeciler, meclisi idare azalan, yüksek rütbeli memurlar gelirlerdi. Dayı çok hoş sohbet bir adamdı.

O zamanda iki çeşit idare meclisi âzalığı vardı. Birisi daire müdürleri. Bunlara (Tabiî Aza) denirdi. Bir de (Müntahap âza) vardı. Bunları, mahalle muhtarları seçerlerdi. Bu seçimler de çok çekişmeli olurdu. Gayri müslimlerden de üye seçilirdi. Aza seçilebilmek için tahsil mahsil şart değildi. Eşraftan olup da seçmen muhtarları kim elde edebilirse 4 sene süre ile o meclis-i idare âzası olurdu.

Şimdi bu âzalardan cahil birine ait bir hatıramı anlatayım:

Yıl 1917. Birinci Cihan harbinin üçüncü yılı. Osmanlı Devleti Almanlar safında harbe girmiş. Harpten önce sipariş ettiğimiz iki büyük harp gemimizi, İngilizler bize teslim etmemişlerdi. Üstelik, harpten önce yüzyıllarca eğemenliğimiz altında bulunan Mısır ile Yeşil Adamız Kıbrıs da İngilizler işgal etmişlerdi. Selamlıklarda, kahvelerde, her yerde bu dertler konuşulurdu.

Mevsim yaz. Okullar tatil. Ben de Dayı’nın çiftliği Yona köyündeki okulumu kapatmış Antebe gelmişim. Yazlık selamlıktaki sohbet toplantılarına ben de katılıyorum. Havuzun başında lüks lambaları ışıl ışıl yanıyor, havuzun ortasında fıskiyeler fırıl fırıl dönüyor. Cemaat kadrosu tamam. Herkes dertli. Hep Mısır ve Kıbrıs sorunları konuşuluyor. Bizim meclisi idare üyesi de orada. Epi sükûttan sonra ağzı açıldı. Kıbrıs için hayıflanarak konuşmaya başladı:

— Canım, dedi, bizim hükümet de uyumuş. Vaktiyle Kıbrıs’a bir demiryolu yapsalardı şimdi Kıbrısa karadan asker sevkeder adayı alırdık. Bu konuşuk karşısında Dayı nargilesini bir fokurdattı ve cemaata döndü:

— Öğrettimse hayrını görmiyeyim dedi. Biz kahkahalarla güldük.

Hikâyeyi bilirsiniz: kürde “şeker neden yapılır?” diye sormuşlar: “soğanın zilliğinden yapılır” demiş. Oğlunun bu akıllıca cevabını çok beğenen babası cemaata dönmüş: “öğrettimse hayrını görmiyeyim” demiş. Dayı o sözüyle bu öyüyü hatırlatmak istemişti. Zaten o cahil âza da şakaya katlanır ve dayıya kızmazdı. Persengini bile bozmadı, kahvesini yudumladı, sigarasını tüttürdü, kahkahaları üstüne bile almadı.

MADEN ARAMA CEMİYETİ

Osmanlı ülkesinde, ikinci meşrutiyetin ilânından sonra bir kımıldanma, bir uyanma oldu. Her alanda, ulusu kalkındırma için dernekler, dernekler kuruldu harıl harıl çalışmalar başladı. Bu hıza paralel olarak Antep’te de bir (Maden Arama Cemiyeti) ortaya çıktı. Cemiyete cins ve mezhep farkı gözetmiyerek her sınıftan kişiler üye olabilirdi. Yönetim kurulunun çoğunluğunu da o zamanki Gaziantep Amerikan Yüksek Öğrenim Kolleji öğretim üyeleri teşkil ediyordu.

Bu dernek, üyeleri arasından bir ekip seçti ve bunları Antep ve dolaylarındaki madenleri araştırmakla görevlendirdi. Kollej öğretmenlerinden Lütfü Babikyan’ın başkanlığındaki bu ekipte, sayılı (nüfuzlu) Türk ve Müslüman Antepliler de vardı. Köylerde dağlarda gezmek ve gittikleri yerlerde kolaylık görmek için bu çiftlik sahibi kimselerden de yararlanılacaktı.

Bir yaz mevsimi bu ekip çıktı, hayvanlar üstünde Antep dolaylarını dağ, taş taş gezdi, döndü ve araştırmaları sonuçlarını derneğe bir raporla sundu.

Ekip arasında, Antep eşrafından, Dayı Ahmet Ağanın çok sevdiği yaşlıca ve saygı değer bir zat da vardı.

O yaz gecelerinden birinde Dayı’nın yazlık selâmlığında oturuyoruz. Hava çok latif, lüküs lambasının ışıkları pırıl pırıl, havuzun ortasındaki fıskiye fırıl fırıl, fıskiyenin saçtığı sular şırıl şırıl, oda cemaatı tamam.

O gece sohbet toptantısına, maden arama ekibine dahil, dayının dostu olan saydığı zat da gelmişti. Söz döndü dolaştı maden arama gezisi konusuna geldi. Dayı sordu.

— Eeeey, Hacı Efendi anlat bakalım, ne gibi madenler buldunuz?

Hacı Efendi-Aman Dayı Bey neler bulmadık ki? Demir madeni, bakır madeni,... Deyince Dayı burada Hacı’nın sözünü kesti ve sordu:

— Saçma madeni de buldunuz mu?

Hacı Efendi hayretle Ağa’nın yüzüne baktı ve:

— Aman Ağa saçma madeni olur mu? dedi. Dayı:

— Olur ya niçin olmasın bak onu da ben buldum deyince hepimiz aval aval yüzüne baktık. Dayı nargilesini tokurdattı ve devam etti:

— Saçma madeni de sizin derneğiniz ve maden arama ekibiniz. Hepimiz gülüştük ve dayı yine devamla:

— Çünkü, dedi tutalım ki siz sahiden bu madenleri buldunuz. Hani bunları işletecek sermaye, işletmek için gereken makinalar, tesisler, hani nerde fen ve ilim adamlarınız, kabiliyetli ustalar ve ameleler, hani nerede? Onun için hepiniz saçmasınız! dedi

Cemaat tekrar gülüştü, Dayı’nın şakalarına dayanan Hacı da ona hak verdi o da güldü.

Lütfü Babikyan bu gezi izlenimlerini ve buluşlarını (Antep Madeniyatı) adlı bir kitapla da o zaman yayınlamıştır.

Modern araçlarla ekip biçmeyi (Yazı köyleri) ne ilk öğreten merhum Dayı Ahmet Ağa oldu. 1913 yılında benim (Yona) köyü ilkokuluna öğretmen olarak gittiğim zaman traktör ve benzeri motorlu ziraat âletleri yoktu. Mandalarla, camuslarla çekilen tekerlekli sabanlar vardı. Köylüler buna (Demir Pulluk) derdi.

Sonra tohumu tarlaya serpme makinesi, tırmık, ekin biçme makinesi gibi çeşitli ziraat âletleri vardı. Bunların hepsi de kuvvetli hayvanlarla çekilirdi. Hele (De 6 em) denen büyük bir demir saban vardı ki, işlemiye başladımı, kökleri bir metre derinliğe giden ve (çoban döşeği) denen ot kümelerinin köklerini söker atardı. Buna kara sabanın gücü yetmezdi.

İşte Dayı’da o zamanın bu ziraat araçlarının hepsi ve en mükemmelleri vardı. Asıl adları yabancı sözcükler olan bu âletlere köylüler o kadar güzel Türkçe adlar bulurlardı ki hayran olurdum.

Dayının azapları (yanaşmaları) ve bütün çiftçiler bu fennî aletlerden hiç hoşlanmazlardı. İlle de tekerlekli sabanı sevmezlerdi. Onlarca sabanın da tekerleklisi mi olurdu? Karasaban nelerine yetmiyordu? Babaları dedeleri bu gâvur icadile mi ekip biçmişlerdi. Bunlar çıkalı hayır bereket kalmamıştı. Fakat aydın kafalı Dayı bu çürük sözlere kulak asmaz. Hak bildiği yolda yürürdü.

(Devam edecek)

Şakir Sabri YENER