İki yıldır baş ucunda dolaşan ecel, artık yakasını bıraktı sanıyorduk. Meğer pusudaymış. Son zamanlarda o kadar rahattı ki gazetede ölüm haberlerini okuduğum zaman gözlerime inanamadım. Tekrar okudum ve kendi vücudumun bir parçasını kaybetmişim gibi acı duydum.

Faik elli bir yıllık arkadaşımdı. Benden bir yıl önce ağabeyimle birlikte rüşdiyeyi bitirmişti. Fakat, o zaman antepte idadi veya sultani bulunmadığından, son sınıfa bizimle de devam ediyorlardı. 1911 yılında başlıyan bu yakın arkadaşlık, hiç gölgelenmedi, Şu anda kafamın içi, onunla ilgili bir yığın anının mahşeri halinde… Hangi birini anlatayım? Rüşdiyeyi bitireceğim; 13 yaşındayım. Fransızca imtihanına Faikle beraber giriyoruz. Mümeyyizlerin sorularına ikimiz de iyi cevaplar veriyoruz. Bunun üzerine bizi program dışı yoklamaya başlıyorlar. Bana bir kelimenin anlamını soruyorlar, bilemiyorum; Faik biliyor. Ben ağlıyorum. Öğretmen Faik’in benden bir yıl fazla ders gördüğünü anlatıyor. Mümeyyizler bu sorunun nota etki yapmıyacağını söyliyerek gönlümü alıyorlar. Bundan sonra her ikimizi, birbirini görmiyen iki siyah tahtaya kaldırıp şu cümlenin Fransızcasını istiyorlar: <<Ben çalışkanım>> Hiç duraksamadan yazıyorum: <<Je suis…>> Fakat sinirlenirim hala yatışmamış, gözlerimden habire yaşlar dökülmektedir. Mümeyyizler <<yeter,>> diyorlar, oldu, aferin! Bak işte on Numara veriyoruz.>> Ve beni iyice teskin için Faik’e dönüp: <<Bu sefer de arkadaşınınki doğru!>> diyorlar. Başımı çevirip öteki tahtaya bakıyorum: O, <<mon…>> diye başlamış.

O yıl Antepte yeni açılan Ayn’ül- maarif adlı özel idadiye girmiştik. Şimdi sınıf arkadaşlarım birer birer gözümün önünden geçiyor: Hacı Hanefi zade Bedrettin (numarası 16 idi), Pekmezci zade Müslim, Kasabın oğlu Emin, İskender zade M. Akif, Patpat zade M. Fehmi, Hacı Ömer zade Fehmi. Kaleağası zade Emin, Külekçi za de Kâmil (Yeikin), İzrap zade Cemil, Kileci zade Sait, Taşçı zade Hakkı ve Faik kardeşler, Şevket zade Osman ve Ömer Asım kardeşler...

Her birimizin ayrı ayrı belirgin vasıflarımız vardı: Bedrettin teşkilâtçı, Müslim filozof, Emin ve ağabeyim riyaziyeci, Faik de ateşli bir ittihatçı idi. Babası Abdullah Ef. (ki ilkokulda hocamdı) o tarihte ittihat ve Terakki fıkrasının Antep temsilcisi idi. Hakkı ve Faik, o zaman «Kulüp» denilen İttihat ve Terakki merkezindeki siyasi nutukları izlerler, sınıfta bu partinin tutumunu savunurlar, Enver ve Talat’a karşı söz söyletmezlerdi. Bu konuda Mustafa Patpat ile hiç anlaşamaz, sık sık tartışırlardı.

İki kardeş, Mehmet Pş. Medresesinde bir hücre sağlamışlardı. Sınıfça orada toplanır, derse çalışırdık. Bir aralık müstensihle basılmış Küçük Sa’yler adlı bir dergi bile çıkartmıştık.

İmtihana yakın haftalarda sınıfça Kavaklık’a gider, Küçük Ada’da suyun bir kavis çizdiği yerdeki güzel bir ağaç topluluğunun altında çim üzerine yayılır, çay demler, derse çalışırdık. Sesi çok güzel olan Hakkı, arada bir okuduğu şarkı ve gazelle yorgunluğumuzu canlı bir neşeye çevirirdi.

Bundan bir yıl sonra Hakkı ve Faik’ı İzmitte mutasarrıf olan amcaları çağırdı, ora sultanisine yazdırdı. Faik tatilde Antebe geldiği zaman, İzmitte aldığı izcilik sevgisini bize de aşıladı. Filütle çalmasını öğrendiği parçaları bana da öğretti ve döndüğü zaman güzel bir filüt gönderdi.

Sultaniyi bitirdikten sonra askeri tıbbiyeye girdi. Hatırladığıma göre Fah rettin Kerim Gökây ve Abdülkadir Gök sel ile aynı sınıfta idi. Bakterioloğ ol du. Fakat uzmanlığını hiç kullanamadı. Onu hep yönetim işleriyle görevlendir diler. Sivas, Erzurum askerî hastanele rinde başhekimlik yaptı. Konyada kolordu sağlık dairesinde, İstanbulda Kuleli askeri lisesi müdürlüğünde, Ankarada Gülhane hastanesi ve askerî tıbbiye müdürlüklerinde, Millî Savunma Bakanlığı sağlık dairesinde bulundu. Emekliye ayrıldıktan sonra kısa bir süre Gaziantep belediye başkanlığı yaptı.

Okumayı severdi. Islâm tarihi, tasavvuf, divan edebiyatı, klâsik müzik konularına karşı yakın bir ilgisi vardı.

İyi bir yönetici idi. Yönetici vasfı nın yüksek oluşundan doktorluğu zarar gördü. Gerçi general oldu, ama bir mu ayenehane açamadı. Büro işlerinde değil de meslek alanında görevlendiril miş olsaydı, şüphe yok ki ünlü bîr doktor olacak ve çok para kazanacaktı. Çünkü iyi yetişmişti ve her işinde ciddi idi.

Küçüklüğünden beri vücut yapısı sağlam, hareketleri çevikti. Gür kaşlarının gölgelediği gözlerinin bakışı kes kin, çehre çizgileri sertti. Dinamizmi konuşmalarında bile görülürdü. Fakat son iki yıl içinde çok sarsıldı. İki prostat bir göz ameliyatı geçirdi. Şeker hastalığı da vardı. Bunlara üzücü olaylar da eklendi.

Canlı, cansız bütün varlıklar Tanrının buyruğu altındadır. O zeki, o sağlam, o enerjik, o dürüst arkadaşım, Tanrının «bana gel!» buyruğuna uydu, gitti, ama gönlümdeki Faik hiçbir yere gitmedi.

Ankara, 2.6.1962

Not: Sayın Faik Taşçıoğlu 24.5.962 günü vefat etmiş olup, elimizde olmuyan bazı sebeplerle bu yazıyı gecikerek yayınlıyoruz. Sayın Ömer Asım Aksoy ile okuyucularımızdan özür dileriz.

G. Kültür