Eski zamanlarda büyük bir hükümdar vardı. Bunun has bakçasında dünyada eşi bulunmaz bir elma ağacı vardı. Bu ağaç her sene bir gece vakti bir tek bir alma verirdi. Başka elma vermezdi. Bu bir tek elma dertlere dermandı. O alma olduğu gece yarısı bir dev gelip almayı alır, hükümdara yemek kısmet olmazmış.

Günün birinde hükümdarın en büyük oğlu babasının huzuruna çıkaracak babasına şöyle dedi:

- Baba, bana izin verde bu gece alma ağacının altında bekleyip, şu her sene almamızı alıp geden devi öldüreyim.

Hükümdar buna razı olmadı şöyle dedi:

- Oğlum, sen bu devi nasıl öldürürsün? Sonra başına bu yüzden bir gaza gelirse?

- Hiç birşey olmaz bana, dedi.

- Pekiy eyleyse bende sana izin veriym. Gendine güveniysen öldür!

Büyük şehzade, eline bir ok aldı, Bahçeye gederek bir köşesine saklandı. Gecenin yarısına kadar bekledi.

Gece yarısı olduğu vakit yer gök sallanmaya başladı. O vakıt bir gürültüynen beraber ortalığı bir kara düşman kapladı. Bahçeye yedi başlı büyük bir dev girdi. Alma ağacına doğru yörümiye başladı.

Gürültüden zaten korkan şehzade, devi de gördüğü vakit daha çok korkup elindeki okup atıp kaçmıya başladı, devde almayı koparıp gitti.

Ertesi sene ortancıl oğlan babasının huzuruna çıkarak, Yer öperek şeyle dedi:

- Baba şu büyük kardeşimin öldüremediği devi ben öldürüp, ağacın bu gece vereceği almayı size getireceğim.

- Ağabeyinin beceremediği bu işi sen nasıl yapacaksın? diye padişah razı olmadı.

- Bu hususta siz hiç merak etmeyin, ben yapacağım işi bilirim.

Şehzade büyük ağası gibi eline bir ok alıp bahçedeki çiçeklerin arasına saklanıp beklenmiye başladı.

Gece yarısı olduğu vakit gene ortalığı büyük bir gürültüyle beraber kara bir düman tabakası kapladı. Oda büyük ağası kimi elindeki oku atıp kaçtı, devde elmayı alıp getti.

Ertesi sene hükümdarın en küçük oğlu babasından zornan izin alıp devi beklemiye başladı. Bahçeye gitmezden evvel odasına gidip, daha evvel hazırladığı zehirli oknan, Kuranı alıp bahçeye öyle getti. Bir köşiye çekilip kuran okumağa başladı. Gene gece yarısına doğru müthiş bir gürültüyle beraber ortalığı kara bi bulut kapladı. Dev yavaş yavaş ağaca doğru geliyken, oğlan hemen pusu gurduğu yerden okunu deve çevirdi:

- “Ya Allah” deyip oku deve fırlattı. Ok devin başını yararak geçti. Bu sırada her taraf sallanmıya başladı ve dev kanları aka aka kaçıp getti, oğlanda almayı koparıp babasına götürdü.

- İşte baba, devi yaralayıp, almayı sana getirdim.

- Yaşa oğlum! dedi. Hakikaten çok cesursun. Bunun üzerine oğlan:

- Baba! dedi. Bir müsade daha isterim, bu devin peşinden gidip, onu dünyadan kaldıracağım ki bir daha kimseye zarar vermesin.

Hükümdar, evvela izin vermedi. Sona oğlunun yalvarmalarına dayanamayıp:

- Pekiy, evlâdım! Allah sana selâmet versin dedi.

Şehzade; gardaşlarını da yanına alarak, devin bıraktığı gan izlerini takip ede ede yerimiye başladı. Bi kaç gün bu iz üstünde yeridikten sona büyük daşlarla yapılmış bi yapının önünde durdular. Büyük şehzade daşı zorlıyarak gapıyı açmak istediyse açamadı. Güççük şehzade bir yekinişte daşı kaldırıp öte attı. Bi de baktıki, içeri garanlık bi kuyu. Hemen büyük şehzade atılarak gardaşlarına dedi ki:

- Belime bi ip bağlayın, ben eneyim. Gardaşları beline bir ip bağlayıp, onu guyuya sarhıttılar.

Şehzade; guyuya ener enmez “yandım aman beni çekin” dey bârmıya başladı gardaşları da onu yukarı çektiler.

Ortancıl gardaşı endirdiler o da eyle dedi, onu da çektiler. Bunun üzerine en güççük gardaşları:

- Bu sefer ben enecem dedi. Yalnız, ben ne gadar bârırsam daha beter beni aşşaya sarhıtın dedi.

Güççük şehzade beline ipi eyice baleyp, gendini guyuya sarhıttı. Biraz sona o da

gardaşları kimi aman üşüym, aman yanıym dediysede; gardaşlerı aldıkları emire göre onu yoharı çekmiyerek onu daha çok aşşaya sarhıttılar.

Şehzade, guyunun dibine varınca belinden ipi çezdi, geniş aydınlık olan maranın içinde yerimiye başladı.

Bi ğaç adım attıkdan sona garşısına bi oda geldi. Gapı aralığından baktı, içeride oturmuş gergah işliyen gözel sarışın bi dilber gördü. Ağzı hayretinden bi garış açık galdı, biraz dâ elerledi. Başka bi odanın önüne geldi. Orada da diyer bi esmer gözeli gördü. Oda saçını omuzuna atmış gergâh işleydi. Şehzade bi gaç adım daha attı, gendini başga bi odanın önünde buldu. Gapının deleynden bi de bâktıki gara böcük kimi saçlarını ortadan ikiye bölmüş, ziliflerini yüzüne arhep biçiminde sarhıtmış, ayın on dördü kimi bi gız daha amma hepsinden güzel ve daha şirindi.

Şehzada; o saat bu gıza âşık oldu. Aklı başından gedip ne yapacânı şaşıdı. Eni sonu büyük bi cesaretle gapıyı açıp içeri girdi, gıza seslendi.

- Gız sen in misin, cin misin?

Gız bi yıldızın parleyşından dahâ parlak bi tebessümle cevap verdi:

- Ben de sizin kimi bi insanım. Fakat siz, burda durmeyn, çünkü bu guyuda büyük bi ejderha vardır, sizi dutarsa, aman maman demeden öldürür.

Bunun üzerine şehzade:

- Gözelim! dedi. Ben zaten o dev için buraya geldim. Onu öldürmek istiyorum. Sen şunun odasını bana göstersene.

Gız hemen âyâ galkarak, şehzadeye devin yattığı büyük oday gösteri.

Şehzade odıya gelince bide baktı ki zebella tayı kimi bi dev yatığ, bu sırada insan gohusunu alan dev hemen yerinden fırleyp eline gürzünü aldı. Yerleri sarsan bi nara attıktan sona şehzadenin üstüne saldırdı:

Şehzade devin hücumunu gırarak “Ya Allah” deyp gılıcını devin başına endirdi. Bu vuruş devin gafasına ikiye bölmüştü. Onunnan canı cıharak cehennemlik olup getti.

Bundan sona şehzade, guyudan devin esir ettiği gızları ve orada bahada ağır yükde hafif buldo öteberiyde topleyp guyunun âzına geldi gardaşlarına seslendi.

- İpi aşşaya endirin

Gardaşları ipi aşşaya endirince gızların birini bağleyp büyük ağasına gönderdi. çâardı:

- Yuharı çek, bu gız senin gısmetindir.

Sona öte gızı balıyarak, ortancıl garşına seslendi:

- İpi çek bu gelen gızda senindir.

Şimdi sıra gendi gısmeti olan gıza gelmişti.

Onuda bağleyp yuharı çıharmak istedi. Gız etiraz etti:

- Evelbeni yuharı çıkarma, sona senin gardaşların beni görürler de haset ederler, ipi kesip beni guyuda bırakılar.

Tecrübesiz Şehzade gızın sözüne gulak asmıyarak:

- Olmaz, dedi. Gardaşlarım beyle bir şey yapmazlar. Sen benim sözümü dinne.

Gız çarnaçar gabul etti. Amma yuharı çıkmadan evvel Şehzadiye dedi ki:

- Nolur, nolmaz, eğer gardaşların ipi keserse, ben sana üç gıl verecem, onları birbirine sürtersin, guyuda biri gara öteki biyaz iki goyun peyda olur. Er gara goyunun üstüne düşersen seni yedi gay yerin dibine geçirir. Eğerbiyazın üsdüne düşersen seni yuharıya çıkarır. Olan onuda ipi bağleyp yukarı yolladı ve şeyle dedi:

- Bu gızda benim gısmetimdir. Gardaşlarım.

Gardaşları gızın fevkâlade güzelliğine hayran, baktıktan sona:

- Ya! dediler. En gözelini gendi aldı. Bize çirkinleri bıraktı.

Sıra olanı yukarı çekmiye geldiği zaman, ipi kesip onu guyuda bıraktılar, o da, hemen gılları birbirine biri birine sürttü. Hemen gara bi goyunan, biyaz bi goyun peyda oldu. Biyazının üsdüne atlayayım deyken gara goyunun üstüne düştü. Goyun gendini yetti kat yerin dibine geçirdi, bıraktı.

Kardaşlarıysa gızları alıp babalarının yanına ettiler. Babaları yanlarında güççük olunu göremeyince sordu:

- Güççük gardaşınıza ne oldu?

En büyükleri cevap verdi:

- Devletli babamız, dedi. Onu guyuda dev yedi.

Hükümdar hüngür, höngür ağlayıp, çok sevdiği olunan yasını dutmuya başladı.

Şimdi biz gelelim güççük şehzadiye, yetdi gat derin zemminde epey dolaşdıkdan sona gendini başga bi âlemde gördü. Orada rastladığı ilk şehire girdi. Vakit akşam üstüydü. Kimin olduğunu bilmediği bi kapıyı çaldı. İhtiyar bi goca gâri çıkarak sordu:

- Kimi areysin oğlum?

- Ben garip bi yolcuyum, bana bu akşam yatacak bi yer verir misez?

- Oğlum benbi fıhâre geriym, ben de yatacak yer ne arar.

Deyince şehzade elini cebine soharak bi avuç altın çıkardı. Goca gari altınları gördüğü vakit, dayanamadı.

- Gel evladım, dedi. Elbet sana göre yatacak yer buluruk.

Şehzade, goca garının gösterdiği odıya girdi. Fazla yorulduğu için bi su istedi.

Gocagarı, hemen dolaba goşarak, aylardan belli, testide gala gala gurtlanmış pis bi su getirdi. Şehzade bunu gördüğü vakit, tiksinerek içmedi. İhtiyar kadına sordu:

- Yahu burda içecek eyi suyunuz yok mu? Bu pis su içilirmi?

Goca gari derin bi nefes olarak:

- Ah elvâdım! dedi. Bu hususta derdimiz büyük! Biz bu su istiyerek mi içiyoruz? Çünkü bu memlekette senede bi defa bi dev gelir suyumuzu keser, onun bi gız tayını vardır. Onu yiyip bitirene gadar çeşmelere su verir. İşte o fırsatta biz gavga dövüşnen aldığımız bu suyu bi sene saklarız. Onun bizde su gıtlığı vardır. Bu günde senenin sonu olduğu için, suyumuz galmadı.

Yarın hükümdarın gızı verecekler, eğer vermezlerse susuzluktan hepimiz halak olacağız.

Şehzade, bunu duyduğu vakit düşünmiye daldı. O akşam gözüne uyku girmedi. Sabah olur olmaz hemen silahını alıp doğru, çeşmenin başına getti. Bi sürü adam galabalığı, ellerinde gap bekleydi.

Birez sonra gırmızılar geymiş olan hükümdarın gızı cariyeler arasında, göz yaşı döke, döke geldi. Çeşmiye yaklaştığı vakit gızı orada yalnız bırakıp gettiler. Bunu gören şehzade hemen gızın yanına yaklaşarak, ona cesaret vererek şeyle dedi:

- Sultanım sen benim arkama geç belime sarıl ve heç bir yere gımıldama, ben bu devin hakkından geleceğim.

Şehzade daha sözünü bitirmemiştiki garp cihetinden bi gürültü gopdu. Gız hemen

Şehzadenin ardına geçerek bekledi. Oda, silâhını hazırladı. Çok geçmeden yetti başlı ejderha ortalığı tozu dümana gattı ve onlara doğru yaklaşmağa başlâdı. Ağzından ve burnundan ataşlar saçıydı. Gayet korkunç bi hâlı vardı.

Gızla yiğidi gördüğü vakit:

Benim gısmetim bu sefer bir adam yerine iki olmuş diyerek üzerlerine hücum etmek için hazırlandı. Fakat şehzade elindeki zehirli oku ona attı. Eyleki topraklar harman gibi savrulup göğe çıkmıştı. Ondan akan kanlar her tarafı kırmzı bir göle çevirmişti.

Ölümden kurtulan kız, çok sevindi. Usulcacık elini kana bulaştırarak, şehzadenin sırtını okşamak bahanasıyla sırtında bir iz bırakdı ve sonra teşekkür ederek oradan ayrılıp babasının yanına gitti. Hükümdar kızının geldiğini gördüğü vakit bağırmıya başladı.

- Kızım, niye kaçıp geldin? Ya şimdi dev gelip bizi helâk ederse!

- Babacığım! ben kaçmadım. Dedi. Orada, Allah bize bir koç yiğit gönderdi, devi öldürdü, ben de kurtuldum. İnanmazsan’ gel sana devin ölüsünü göstereyim. Hükümdar devi gördü ve inandı. Hükümdar memnuniyetle saraya döndü ve gızına:

- Seni kurtaran yiğidi görsen tanır mısın? dedi.

- Evet tanırım. Çünk onun arkasında bir işaret bıraktım, dedi.

Bunun üzerine hükümdar hemen memleketin her tarafına dellâllar salıp, yedi yaşından yetmiş yaşına kadar herkesin önüden geçmelerini bildirdi.

Şehzade devi öldürdükten sonra doğru yattığı eve gitti.

Bir kaç gün sonra goca gari sokağa çıktığı vakit dellâllar bağrıydı. Memlekette ne kadar ahali varsa hepisi sarayın önünden geçecek. Onun için haydi kalk sen de oradan geç, cezaya uğramayasın.

Şehzade hemen dışarı çıkıp, sarayın önünden geçenlerle beraber o da geçdi. Bu sırada balkonda oturan hükümdarın kızı onu görünce tanıdı. Üstüne bir mendil attı. Bölece muhafızlar oğlanı çevirerek saraya götürdüler.

Şehzade; hükümdarın huzuna çıkınca, hükümdar sordu:

- Oğlum! Devi sen mi öldürdün?

Şehzade mahcup bir sesle:

- Evet ben öldürdüm diye cevap verdi.

Hükümdar bu gencin elini sıhıp tebrik ettin sonra dedi ki:

- Delikanlı! Dile benden ne dilersin.

- Sağlığınızı emirim.

- Sağ ol, amma, başka bir şey iste.

Şehzade dalğın dalğın düşündükten sonra:

- Efendim bana on gün mühlet verin. Dedi ve saraydan ayrılıp evine avdet etti.

Bir gaç gün sonra şehzadein canı fena sıkılıydı. Bütün gün evde oturmaktan bizar oldu.

Okunu ve yayını alıp dağa gitti. Hava sıcak olduğu için çok terlemişti ve aynı zamanda yorulmuştu. Bir ağacın gölgesinde oturarak bir müddet sonra uykuya daldı. Meğerse altında yattığı ağacın üstünde bir Zümrüdü Anga Kuşunun yavruları varmış. Her sene bu yavrulara büyük bir yılan musallat olur, birisini yiyip gidermiş. Tesadüfen şehzade oraya geldiği vakit o yılanın gelme zamanı idi. Yılan ağaca yaklaşınca, yavrular cıvıldaşmaya başladılar. Bu sesi duyan şehzade hemen uykusundan uyandı. Gözlerini ağaca çevirince, büyük bir yılan gördü. Hemen belinden oku çıkarıp <> diyerek yılana doğru attı. Ok yılanın beynini parçalıyarak onu öldürmüşdü. Yılanı öldüren şehzade hemen geri uykuya daldı.

Biraz sonra müthiş bir gürültü işitildi ve bir Zümrüdü Anga Kuşu gelip ağaca kondu. Altında yatan şehzadeyi gördüğü vakit:

- Demek benim yavrularımı sen yiydin ha! Diyerek tam üstüne çullanacağı sırada yavruları dile gelip:

- Ana! Onu elleme, ölümden kurtardı. Bir kere ağacın etrafına baksana, dediler.

- Bunu duyan kuş hemen aşağıya enerek, ağacın etrafında ölü yatan ejderin cansız vücudunu gördü.

O kadar sevindi ki, yavrularını kurtaran, şehzadenin üstüne kanatlarını gererek onu güneşten muhafaza etti.

Biraz sonra şehzade uyandı. Çadır gibi bir şeyin üstünü örttüğünü gördüğü vakit hayret etti. Kuş bunun farkına vararak usulcacık kanadını çekdi ve dile gelerek Şehzadeye dedi ki:

- Yavrularımı kurtardın, dile benden ne dilersin?.

Şehzadenin cevap vermediğini gören anga guşu bir daha söyledi. O zaman şehzade dedi ki:

- Senden beni dünya üstüne çıkarmanı dilerim.

- Bu biraz zor bir iş amma! Senin kimi bir yiğitin hatırını gırmak istemem. Yalnız senden kırk tane koyun ile kırk tane de şarap tuluğu isterim. Gak dediğim vakit bana et guk dediğim vakitde şarap vermelisin.

Şehzade “pekey” diyerek hemen gızını kurtardığı hükümdara gitti.

- Efendim! dedi. Kırk koyun ile kırk tane de şarap tuluğu isterim.

Hükümdar hemen vekil harcına emir vererek şehzadenin arzusunu yerine getirdi.

Goyun ile tulukları alıp kuşun yanına gitti. Koyunları kuşun sağ tarafına, şarapları da sol tarafına bağlayıp kendi de ortasına binip uçdu. Yolda kuşun dediğini yaparak ona et ve şarap vermiye başladı. Nihayet et bitince şehzade kendi vücudundan bir parça kesip verdi. Guş bunun insan eti olduğunu bildi. Onu yimiyerek sakladı, nihayet yer yüzüne geldiler. Kuş şehzadeye dönerek:

- Yiğitim artık yer yüzüne geldik. Buradan selametle gidebilirsin.

Şehzade yere indi vakit yeriyemedi. Bunu gören kuş dilinin altında sakladığı eti yerine yapıştırdı. O zaman şehzade eskisi gibi iyi oldu.

Sona Kuşa Allaha ısmarladık diyerek yola çıktı.

Yeriye yeriye bir kasap düveninin önüne gelip ondan bir garın alıp başına geçirdi. Öyleki gören kendini kel bellesin. Sonra yolda bir çobana rastladı. Çoban ile de asbapları değişti.

Şehzade artık çoban kıyafetine girmişti. Kimse onu bu kıyafetle tanımıyacakdı. Yeriye, yeriye babasının has bahçesine geldi. Doğru bahçıvanın yanına gelerek selâm verdi ve:

- Bahçıvan başı beni yanına çırak alır mısın? Deyince önce bahçıvan razı olmadı. Fakat bahçıvanı fazla ısrar üstüne dayanamayıp razı oldu.

Bir gün, bahçıvan, bi tutam gül toplayıp dışarı çıkacakdı. Oğlana iyi bakmasını söyleyerek çekip gitti.

Şehzade yalnız kaldığı vakit, kılları çıkarıp birbirine süttü. Karşısına bir dudağı yerde bir dudağı gökde bir arp çıktı:

“Ne emredirsin efendim” diye sordu. Şehzade ona kırmızı bir atla, bir kat kırmızı asbap isteyerek ve bir takım silah getirtdi. Kırmızı asbabı giyerek, ata bindi, bütün ağaçları kökünden söküp attı. Sonrada bir köşeye çekilip oturdu.

Bu sırada pencereden gören üç kız, çırağın şehzade olduğunun farkına vardılar. Bahçıvan gelip ortalığı böyle görünce, çırağı dövmek istedi. Fakat gızlar bahçıvanı koymayarak oğlanı dövdürmediler. Bahçıvan oğlanı kapı dışarı etti.

Şehzade bundan sonra zornan bi kuyumcu düvenine girdi, çalışmaya başladı.

Küçük gardaşlarını guyuda bıraktıktan sonra iki kardeş saraya gelip hemen kızlarla nikâhlarını kıydırmak istediler.

Fakat gızlardan biri:

Ben altın bir gergâhla altın bir inne isterim ki, bunlar kendi kendine nakış işlesin dedi. Diğeri de:

- Ben de altından bir tepsi isterim ki üstünde bir altın tavuk, kırk tane cücük ile gezip altın yem yesin dedi.

Ötekide:

- Ben de eyle altından bir tepsi isterim ki üstünde bir tavşanla bir tazı birbirini kovalasınlar. Dedi.

Bunun üstüne hükümdar kuyumcuları çağırıp kızların istediklerini söyledi. Onlar da:

- Bize kırk gün mühlet verin, zira bu işler kolay değildir.

- Pekey, dedi. Fakat kırık birinci gün bunları getirmezsiniz, hepinizin başını kestiririm.

Hepsi birden “baş üstüne” diyerek ordan ayrıldılar.

Bunların en ustalarının yanına yukarda anlattığımız gibi şehzade çırak girmişti. Bir karış surat ile saraydan dönen ustasını gördüğü vakit sordu:

- Hayır ola usta böyle ne düşünüyorsun?

- Sorma, Padişah bizden öyle şeyler istediki, bizce yapılması kabil değil! Diyerek kızların istedikleri şeyleri tekrar etti.

- Ben de zor bir şey sandım. Bunların yapılması kolay, sen bana bir kaç okga ceviz ile, guru üzüm al, bir miktar da mum tedarik et, bunları sana yaparım.

Guyumcu ustası kendi kendine:

Kel oğlanın bir şey yapacağı yok. Başımın sadakası olarak bari şunları alayım da bakalım ne olacak. Diyerek ona aldı.

Kel oğlan tek başına bir odaya kapaddı, kırk gün, kırk gece yanında her vakit taşıdığı gılları birbirine sürddü. Derhal ârap karşısına çıktı. Şehzade arapdan kuyudaki mağarada gördüğü altın tavık, altın tavşan, altın inneynen, altın tazıyı istedi. Arap derhal bunları alıp getirdi. Şehzade de hepsini dolaba sakladı.

Sabah olduğu vakit, usta kapısını açarak kel oğlana seslendi:

- Ne yaptın bakayım.

- Bana sorma dolabı açda bak.

Kuyumcu dalabı hemen merak ile açtı. Saraydan istenen şeylerin hepsini orada gördüğü vakit, çok sevinerek kel oğlanı kucaklayıp alnından öptü. Sonra eşyalar: alıp saraya koştu.

Kızlar bunları gördüğü vakit şehzadenin yer yüzüne çıktığına kanaat getirdiler.

Ertesi gün kel oğlan ustasından izin alıp bir terzi yanına çırak girdi. Ertesi gün şehzadeler kızlara haydi artık düğünümüzü yapalım dedikleri vakit kızlarda

- Bir kat asbap isteriz ki makasla kesilip, iğne ile dikilmiş olmasın ve aynı zamanda da giymediğimiz zamanlarda ise bir fındık kabuğuna girebilirsin.

Hükümdar terzileri çağırarak meseleyi anlattı. Terziler şaşırıp kaldılar. Bunların arasında keloğlanın yeni ustası da vardı. Zavallı adam düşüne düşüne dükkâna geldi. Keloğlan meseleyi anlayınca ustasından; kırk okga payam içi ile kırk okga hayir ve kırk tane de mum istedi. Keloğlan yine arbı çağırıp asbapları istedi. Arp asbapları getirip dolabo koydu. Kırkıncı gün usta onu alıp saraya götürdü. Hükümdarda memnun olup düğünün yapılmasını emretti. O zamanda adet üzere şehzade geniş bir meydana gelip cirit oynardı. Bütün ahali de seyire gelirdi.

Ertesi gün terzi kel oğlana dedi ki:

- Yeri kel oğlan, bugün hükümdarın düğünü var. Büyük meydana gidip biz de seyredim. Kel oğlan:

Aman usta, sen git. Kalabalık da kel başıma bir şey vururlar, diye korkarım. Onun için sen git ben gitmem.

Ustası gittiği vakit kılları birbirine sürtüp, gelen arapdan kırmızı bir at, kara bir asbap ve bir takım da iyi ek getirtdi. Kel oğlan, asbabı giyip ata bindi silâhını da alarak meydana koşdu. Oynuyanlardan birisi şehzadenin ardına düşmüştü, onu kolandan yaralıyarak gelip dükkâna oturdu.

Akşam üzeri terzi dükkâna geldiği vakit kel oğlana meseleyi anlattı.

İyi ki görmedim. Ben bunu görseydim hasta olurdum. Diyerek kendini bihaber etti. Uzatmıyak; Keloğlan ikinci defa bir sarı ata binip ortancıl kardeşini yaraladı. Geri gelip habersizce dükkâna oturdu. Üçüncü defada bir beyaz ata binip bu seferde vezirin oğlunu yaraladı. Nihayet hükümdarın askerleri büyük bir gayretle keloğlanı yakalayarak huzura çıkardılar. Oda öldürülmesine emir verdiği sırada keloğlan kıyafetinde olan küçük şehzade derhal:

- Baba gardaşlarım beni öldürmek istedilerdi, olmadı. Şimdi de sen mi öldüreceksin diyerek başından geçenleri birer birer anlatdı. Hükümdar oğlunu kucakladı.

- Oğlum sağsın ha Dedi ve sevinç yaşları arasında:

- Söyle olum, şimdi benden ne istersin. İste şu hayınlık yapan kardeşlerini öldürüymü?

- Hayır baba öldürme! Onlara birer saray yapdır. Büyük kardeşime büyük kızı, ortancıl kardeşime ortancıl kızı, küçük kızı da bana ver.

Hükümdar, küçük şehzadenin arzusunu yerine getirdi. Her iki oğluna birer saray yaptırdı. Küçük oğlanı da kendi yanına aldı. Hepsini evlendirip küçüğüne kırk gün, kırk gece düğün yaptırdı. Onlar yidi, içti murazına gaçdi. Appisi de sizin başınıza.

-SON-

Masalı anlatan: Zeliha Dondurmacı

Masalı tesbit eden: Gaziantep

Lisesi 4/A öğrencilerinden

Hasan TURNA

Masal tesbit tarihi:

19Nisan 1960