1963 yılı Kasım ayının bir sabahında dokuz öğretmen adayı arkadaşımla bir yük kamyonunun etrafını sarmıştık. Gözler ışıl ışıl, kalpler heyecanlıydı. Eller durmadan işliyor, oraya buraya koşan adamlar eşyaları yüklüyorlardı. Bu on arkadaşla eşyalar nereye gidiyorlardı? Bilinmeyen, yalnız tahayyül edilen bir köye.. Ne için gidiyorlardı : Kalplerindeki sevgiyi, zihinlerindeki bilgiyi, küçük Türk yavrularına vermeye...

Şu anda aradan iki ay geçmiş. Grup yine aynı yerde. Fakat; yapılan hareketlerle duyulan hisler bambaşka. Yine aynı kişiler, dolu kamyonu boşaltmaya çalışıyorlar. Çehreler Hancağız’ın özlemi içinde.

Hancağız... Evet, kendisi de ismi gibi küçük bir han. Derli toplu, Yavuz Sultan Selim zamanında Haşan Yeşil Paşa’nın kurduğu bir köy.

Köyün diğer Anadolu köylerinden hiçbir farkı olmamasına rağmen kendine has tarafları da çok: Bir vadi ortasından akan deresi, yetmiş altı hane, beş yüz elliyi aşkın nüfusu, tamamen ılıman Akdeniz iklimi, Akdeniz sebze ve meyveleri.

Bütün köy halkı sabahtan akşama kadar devamlı çalışıyor. Barındıkları ev tek kat, tek oda. Bir tarafta insanlar, diğer tarafta hayvanları. Çoğunluğu kadınlar teşkil ediyor, Buradaki kadınların bir özelliği de, kollarının ve bellerinin altınlarla dolu oluşu. Yani bir nevi ayaklı hazineler. Çocukları bir nimet sayıyorlar. Her ailede en az beş, en çok on beş çocuk vardır. Köyde çocuk bakımı diye bir şey yoktur. Hiç hela olmadığından, yeni doğan çocukların altlarına toprak koyuyorlar. Bu çocuklar 18 20 yaşına gelince iki üç gün devamlı çalınan davul sonunda evlenirler. Ayrı bir ev tutulmaz. Mevcut tek odayı çarşafla ikiye bölüp yatar otururlar. Hastalıklarında ilk baş vurdukları yer, şeyh denilen uzun sakallı esrarlı bir şahıstır. Ölümleri ise daha enterasandır. Ölen şahıs bütün bir topluluk içinde yıkanır. Sonra ağır kokular sürerek elbiselerini giydirirler. Bu arada arapça maniler söyleyerek ağıt yakarlar. Kadın-Erkek ölüyü mezara götürüp gömerler. Ölü gençse kabrina kolanyalar, mendiller, eşarplar koyarlar. Dil daha ziyade Arapçadır. Dışarıda öğrenim yapan yok gibidir. Kız çocukları okuldan mahrum olarak büyümekte, evlenince de bir esir hayatı sürmektedirler.

Konuşma esnasında öğrencilerimden biri:

- Öğretmenim, kızlar ailesinin şerefini düşürürler.

- Niye düşürürler?

- Çünkü öğretmenim, kocası Askere gidince karısı başkasına kaçar!

- Annesi babası kızı istediğine verirse kaçmaya meydan kalmaz.

- Kızlar sevdiklerini, istediklerini söyleyemezler ki!..

Buna benzer bir çok konuşmalarda bu yaştaki öğrenci bile şunu anlatmak istiyordu ki: Erkekle kadın burada aynı haklara sahip olmayıp, erkek her şeyi yapmaya muhtedir. Olduğu halde, kadın bir hiçtir.

Köy halkı birçok katı itikatlara sahiptir. Dişi hayvan ve tavşan eti yemezler Adaklarını, şeyhlerinin mezarını ziyaretle yerine getirirler.

Köyümüzün özelliklerini saymakla bitirmek değil, yazdıklarımla da başlamış sayılmam. İki aylık bir çalışma devresinde bu şirin köyün iyi halkı ile öylesine kaynaşmıştık ki; onlar biz, bizler de onlar olmuştuk artık.