Sonbahar gelince havalar ılıklaşır. Sema süslenir. Güneşin rengi solar. Gönüllere kışın kasvati çöker. Gökler de melûlleşir. Arasıra döktükleri göz yaşlarile, yaprakların tozlarını yıkar, temizler. Bir zaman sonra da bu yıkanmış yaprakların tozlarını yıkar, temizler. Bir zaman sonra da bu yıkanmış yapraklar sararır, gazel olur, yere dökülür. Bahçelerde bu gazel yapraklarının üzerinde hışır hışır gezmek sonbaharın özelliklerindendir, zevklidir.

Bu mevsimde göçmen kuşlar göç ederler, yerlerini sığırcıklar (Zevzirler) alır. Kondukları çıplak ağaç dallarını, yapraklanmış gibi gösteren bu kuş hevenklerinin cıvıltıları sonbaharın en tatlı kuş nağmeleridir.

Sonbaharda, yaz mevsiminin meyva ve sebzeleri yavaş yavaş yerlerini kış meyva ve sebzelerine terkederler, onlarla öpüşürler, helallaşırlar, çekip giderler. Bu kış meyvalarile manav dükkânları birer renk meşheri olurlar.

Gaziantep’te Sonbahar

“Gaziantep’in İlkbaharı yoktur.” derler, çok doğru. Fakat bu güzel beldenin çok tatlı bir sonbaharı var. Güz gelince bağların üzümleri toplanır, mahra ve sepetlerlerede doldurularak, naylon arabalarla evlere, masaralara taşınır. Tekel fabrikalarına satanlar da olur.

Şire ocaklarında kaynıyan kazanlarından çıkan buğular, burcu burcu kokan bir esans gibi, havayı sarar, şirin bir koku ruhlara ferah verir, mevsim deniklişikliğini müjdeler. Damlarda, yazlıklarda yarıya kadar sarkan bastık bezleri, soğlarda sallanan, rakseden sucuk hevenkleri, ağızları sulandırır.

BİR FIKRA

Vaktile sâdedil bir Antepli, şire yapmıya hazırlanır, ama hava bozuk, yağmur yağmak ihtimalli var. Bir muzipten akıl sorar “Şire yapmak istiyorum ama yağmurdan korkuyorum ne dersin?” der. Muzip cevap verir: “Yer ile gök arası 500 yıllık yol. Gökten yağmur ininciye kadar sen beş yüz kere şire yaparsın.” der. Zavallı adam bu söze kanar, hemen şire ocağını ateşler bastığı çalar, bezlere serer, sucuğu batırır, dama çıkarır, (Soğu) denen çengelli sucuk sırıklarına asar. Tarhana şerbetini ocaktaki kazana doldurur ocağı yakar. Tam bu sırada hava bozar, gök gürler, şimşek çakar, sağnak halinde yağmur, ver Allah ver, yağmıya başlar, damdaki bastığı temizler bezi kalır, sucuğu temizler ipleri kalır, adam da elleri böğründe baka kalır. Emeği sağdıç emeğine döner, Akıl hocası da bu ahvâle kıs kıs güler durur.

SONBAHAR VE BÜYÜK ACIMIZ

Eskiden Ekim ve Kasım aylarının adları: (Teşrin-i evvel), Teşrin-i sani idi. Bu aylarda Antep’te şire yapıldığı için (Teşrin) sözcüğü bana, Tef’îl mastarından (Şirinlemek) anlamına gelen bir kelime gibi gelirdi. Öyle değil ama, bir espiri olarak ben bu kelimeden şirin bir koku alırdım. Ama 10 Kasım 1938’den sonra bu kokuyu almaz oldum. Bütün şirinler bana zehir oldu. Bütün Sonbaharlar, hele onların ikinci Kasım ayı Matem ayı, Muharrem ayı oldu. Tevfik Fikret’in dediği gibi “Bulutlardan toprak kokusu almaya başladım.” Gaziantep’in batısındaki (Sof Dağı) ufuklarındân Grup zamanı alevler içinde kaybolan güneşin şairâne manzarası, çok hazin bir tablo manzarasını aldı. Çünkü o yıl, o ay, o gün saat 9’u 5 geçe Büyük Atamızı kaybettik. Bir güneş battı. Nedelim dünya böyle işte.

Bakınız bir şair ne diyor:

“Bir Hümâ-yi zevki bin sayyad’i gam tâ’kîp eder;

Böyle bir mevhûma bilmem halk neden üftâdedir.”