Hiçbir şeyi hayatımızı, istikbalimizi mahvedecek derecede sevmeye, bütün manevi varlığımızı ona vermeye hakkımız yoktur. Hayat ancak, düşman vatana saldırdığında, vatan müdafaası için feda edilir.

Ben, bizde ikinci meşrutiyetin ilânından sonra, 1909 yılının Nisan ayında, medreseden kalkıp İstanbul’a tahsile gittim. Yaz tatilinde Darülfünün da (üniversite’de), mekteb i Nüvvap’ta (kadı yetiştiren Fakültede) açılan imtihana girdim; tahsil süresi 4 yıl olan bu Fakülte imtihanını da kazandım. (Cerrah paşa medresesi)nde de yatıp kalkıyordum. Ama huzursuzluğumu bir türlü yenemiyordum. Gurbete dayanamıyor; anama, babama, memleketime olan şiddetli hasret ve iştiyakımı dindiremiyor, hep ağlıyor, ağlıyordum. Yani tam anlamıyla bir (Sılaya hasret hastalığı) bütün benliğimi sarmıştı. Bu duruma ancak 8 ay dayanabildim.

Aralık ayında İstanbul'da kolera hastalığı çıkması dolayısile okulların da kapanmasını bahane ederek, Antebe kaçarım ama ne kaçarım; işlediğim bu hata yüzünden az kalsın istikbalimi mahvediyordum. Bereket versin o yıl Antep’te 3 sene tahsil süreli bir (Dar-ül- muali mîn) yani (Erkek öğretmenler okulu) açıldı, oraya girdim, diploma aldım da yine kadılık kadar kutsal bir meslek olan öğretmenliğe intisap etmek sayesinde istikbalimi kurtardım.

Bu hikâyeyi yazmaktan maksadım şu:

Benim torunlarımdan birisi 1966’da yapılan Avrupa’ya tahsile gitme imtihanını kazandı. 8 Ocak 1967’de Endüstri mühendisliği tahsili için, Hükümetçe Türk Petrol Ofisi hesabına Amerika’ya gönderildi. Metin, bir seneden beri Amerikadadır. şimdi Kalifornia Üniversitesindedir.

Öbür torunum Kemal Payat, İzmir ATATÜRK Lisesi Fen bölümünden 1966-1967 ders yılı sonunda mezun olduktan sonra, önce Ankara’da Ortadoğu Üniversitesi imtihanına girdi mühendislik fakültesi sınavını kazandı, sonra İstanbul’a gitti. Avrupa imtihanını kazandı. O da yine hükümetçe kimya-makina kurumu hesabına endüstri mühendisliği tahsili için Almanya’ya gönderildi ve 21 Ekim 1967’de gitti. Onlara ve tahsilde bulunan bütün Türk öğrencilerine, özellikle Gaziantepli öğrencilere Allah'tan muvaffakiyetler niyaz ederim.

Yabancı ülkelere gitmeden önce ben, bu iki torunumun cep defterlerine, yabancı ellerde her zaman uygulamaları gereken ve kendi hayat tecrübelerimden öğrendiğim onar öğüdümü not ettirdim. Vaktile benim gibi, gurbet elde (Aşırı vatan hasreti hastalığına) yani tıp terimile (Daü-s-sıla) denilen ruh hastalığına tutulup da istikballerini harap etmemeleri için bu 10 öğüdün en başında, onların aşırı derecede sıla özlemi duymamaları maddesi geliyordu. Onlar gittikten sonra da onlara yazdığım birer mektupla yine bu birinci maddeyi, yani aşırı hasreti duymamalarını hatırlattım. Almanyadaki Kemal Payat bu mektubuma şu cevabı verdi:

“SEVGİLİ DEDECİĞİM’ VATANA FAYDALI OLMADIKTAN SONRA ONA HASRET DUYMAK NE İFADE EDER? MESLEĞİMİ ELDE ETTİĞİM ZAMAN ANCAK VATANA HASRET DUYMAK HAKKINA SAHİP OLABİLİRİM. ONUN İÇİN BİR ENDİŞEM YOK!”

Ben torunlarıma bu öğütleri verirken, onların Ana ve babalarını da öğütledim: “Çocuklarınıza, hasret ifadeli, yanık mektuplar, (Burnumuzda tuzlu kebap gibi kokuyorsun) Cinsinden, Antepçe özlem belirten deyimler yazmıyacaksınız!” diye tenbihlerde bulunmuştum. Buna rağmen yine Kemalim Tire’de ki anasının, oğluna fazla özlem duyduğunu, ondan aldığım mektuptan öğrenince, onada şu teselli kıt’asını yazdım.

Bir mühendis anası olmak için;

Bağrına taş basacaksın Yüksel!

Bitirip tahsili bir gün gelecek,

Diyecek: “Anneciğim taksi’ye gel!”

Şakir Sabri YENER