Benim çocukluğumda, yani bundan 73 yıl önce Antep’te islâm erkek çocuklarına mahsus, biri iptidaî (ilk), öbürü Rüşdiye olmak üzere iki okul vardı. Rüşdiye mektebi şimdiki Cumhuriyet ilkokulu binası idi. Halk bu mektebe (sarı mektep) der iptidaî mektebi (ilkokul) ise, şimdiki Hükümet konağı parkı önündeki taksi parkı yerindeydi. Bunun resmî adı (Muhammediye mektebi) idi ama Halk buna (Balıklağı mektebi) derdi. Bu mektep, Antep-Fransız harbinde Ermeni cephesine 50 metre kadar yakın olduğu için Ermeni çeteleri ile Fransız askerleri tarafından devamlı bombardıman edilerek yerle bir oldu. Antep’in Türklere tekrar geçmesinden sonra da bu mektebin yerine yenisi yaptırılamadı. Çünkü arsa, modern bir ilkokul yaptırmaya elverişli değildi.

Balıklağı ilkokulu iki katlıydı. Üst kısmı okul idi. Alt katında bir zabıta karakolu ile birkaç dükkân vardı. Öğrenciler, okul karşısındaki (Basmacı medresesi) bahçesinde teneffüs ederlerdi. Çocuklar öğle yemeklerini, okulun yemekhanesinde yere serili berdi hasır üstüne diz çöküp karşılıklı oturarak yirlerdi. Sofra yoktu. Her çocuk yemek çıkınını önüne açar Allah ne verdise yirdi.

Balıklağı mektebi iptidaisinin üç muallimi vardı. Çünkü o zaman iptidaîlerde, Rüşdiyeler de üçer sınıflıydı. Muallim-i evvel (Taşçı zade Abdullah Efendi.) Hem üçüncü, yani son sınıfı okuturdu, hem de mektebin idare işlerine bakardı. Yani okul müdürü idi. Muallimi sani (İkinci muallim) (Altuncu oğlu Mustafa Efendi) ikinci sınıfı, Muallim-i salis (üçüncü muallim), (Haşim Hoca) da birinci sınıfı okuturlardı. Okulun bir de bevvabı (kapıcısı) vardı. Çocuklar bevvaba (Halfe) derlerdi. Halfe okulda, simit şeker gibi yiyecek maddeleri, kağıt, kalem, defter gibi kırtasî eşya satar, okulu siler, süpürür, temizler, tenefüslerde; giriş, çıkışlarında; intizam sağlardı.. Bevvap da kültürlü ve otoriter bir kişiydi. Öğrenciler, öğretmenlerden ziyade Bevvap’tan korkarlardı.

O zaman iptidaî mektebini bitirenler isterlerse Rüşdiye’ye giderlerdi. Her iki mektep de resmî mekteplerdi. Rüşdiyeyi bitirenlerden arzu edenler Antep Amerikan Koleji'ne ya da İstanbul’a yüksek okullara giderlerdi. Rüşdiye mektebinin programında, Türkçe’den başka iki lisan dersi daha vardı: Hafif tertip Arapça ve Fransızca.

Bu iki resmî ve İslâm erkek çocuklarına özgü okuldan başka, her İslâm mahallesinde, kız-erkek çocuklarını bir ara da okutan bir sübyan mektebi vardı. Bunlara (mahalle mektebi) denirdi. O zaman yetişkin islâm gençlerine mahsus 20 kadar da (medrese) vardı. Bu medreselerde Arap dili gramerile, Arapça din dersleri okutulurdu. Buradan İmam-Hatip, vaaız, müftü, kur’an kursu Hocaları, müderris gibi kıymetli din bilginleri yetişirdi.

Ne hazin ki o zaman Antep müslümanlarının resmî iki okuluna karşı, nüfusunun ancak üçte birisi kadar az olan Antep Ermenilerinin en az müslümanlarınkinin beş misli kadar (cemaat mektepleri) vardı. Bunlardan birinin adı da: (Metelik mektebi) idi.

Haftada bir kere kiliseye giden her Emeninin, kilise kapısındaki, (mekteplere yardım sandığına attığı bir metelik ile yaşardı bu mektep. Metelik, bir kuruşun dörtte biri on para olduğu için bunun bir adı da (on paralık) idi.

Antep’in bundan üç çeyrek yüzyıl önceki maarif hareketleri tablosunu kısaca çizdikten sonra şimdi asıl hikâyeme gelelim:

İlkokul çağıma geldiğim zaman rahmetli babam beni götürdü, “Eti sizin, kemiği benim.” diye Balıklağı ilkokuluna verdi. Okulda rahat rahat okuyup gidiyordum. Yedi aydan beri bir masada oturduğum arkadaşım bir gün bana; çerçevesiz, sağ köşesi kırık, kötü bir yazarbozar tahtassı uzattı:

— Ne olur kardeşim, benim çakım yoktur. Sen kendi LAMTIN’la şu arduvaz tahtamı kes, kırığını çıkart, düzelt, bütün bir tahta gibi yap! Akşam babam eve gelir, tahtayı böyle görürse beni döver, dedi.

Eh ne dersiniz arkadaş hatırı bu. Ben hemen cebimdeki lamtıyı çıkardım, işlemeye başladım.

LAMTI

Kullanıla kullanıla eskimiş, sapı demirinden kopmuş çakıların demir kısmına eskiden Antep Halk dilinde (LAMTI) denirdi Maraş bıçağı dediğimiz çakıların lamtıları daha enli oldukları için daha kullanışlıydılar.

O zaman HANTAL adamlara da (LAMPET) denirdi. Bu söz Gaziantep’te şimdide vardır.

Neyse, ben bu sapsızı, kör bıçağı çektim, tahtayı çizmeye başladım. Fakat benim elimdeki âlet, cam kesen (Elmas) değil ki, bu sert ve kaygan taş tahtayı hemen bir çızıtmada biçsin atsın, kırığı bir solukta çıkarı versin. Tam üç çeyrek saat parmaklarım arasında et ile demir döğüştü, lamtıyı aynı çizği üzerinde belki 500 defa yürüttüm. parmaklarıma kan oturdu. Nihayet taştahtayı kestim, kırığı çıkarttım, bir arkadaşıma hizmet etmenin huzurunu duymaya başladım ama bu huzur çok sürmedi.

Arkadaşım, tahtanın kırığını bütün kısmının üstüne koydu, doğru sınıf muallimimize gitti, beni göstererek:

— Efendim, dedi, şu oğlan benim rakam tahtamı kırdı, sonra da düzeltmek için kesti, tahtamı heder etti. Akşam babam, tahtamı böyle görürse beni döver, diye ağlayarak şikâyette bulundu. Bana teşekkür etmesini beklediğim bu 7 aylık sıra arkadaşımın, bu hareketi karşısında hayretimden dona kaldım, başıma geleceği beklemeye başladım. Çünkü ben uslu bir çocuktum, o güne kadar muallime intikal etmiş hiç bir suçum yoktu.

Öğretmenimiz Haşim Efendi feverana kapılarak hemen baş ucundaki falakayı indirdi. Halfeyi çağırdı, beni göstererek: “şu (tahta kesen)i bana getir!” dedi. Kalfa geldi, çalyaka beni kaptı Hocanın önüne götürdü. Hissine mağlup olan Haşim Hoca, benden hiç bir şey sormadan “yatırın şunu!” dedi. Beni falakaya yatırdılar, kendiri ayaklarıma takdılar, iki ucundan iki büyük çocuk tuttu, Halfe de başımı zaptetti. Hoca elindeki kiraz değnekle tabanlarıma vur Allahım vur etmeye başladı sınıf huzurunda. Dayağın heybetinden beti, benzi uçmuş sınıfın çocuklarının korkulu bakışları arasında, arabacı kırbacı gibi tabanlarımda şaklayan kiraz çubuğun çıkardığı seslere karışan çığlık seslerim, mektebin tavanını çınlatıyordu

Dayak faslı bitti, ben de bittim, ayağa kalkamadım, yere yığılı kaldım. Hoca halfeye: “Bunu evine götür” dedi. Bir elime mektep çantamı öbür elime de ayak kabımı verdiler. Halfe beni sırtına aldı, sohrana sohrana (Mırıldana mırıldana) götürdü evimize bıraktı, döndü gitti. okula.

Anam beni ansızın böyle perişan bir durumda görür görmez, kriz geçirdi, (pat)diye düştü bayıldı. Benim feryadımı duyan komşu kadınları yetiştiler, çapıt yakıp annemin burnuna tütüzdüler. Kenetlenmiş dişlerini kaşık sapıyla açtılar. Biraz kendine gelen tek kollu anam:

— Sana ne oldu yavrum, bu perişan halin ne? diye sordu Başıma geleni anlattım, ağlamaya başladı, sebep olan çocuğa beddular savurdu.

Akşam üzeri babam yorgun argın eve döndü. Beni böyle görünce o da sordu, ona da olayı olduğu gibi anlattım. O beni okula verirken zaten: “Eti sizin, kemiği benim.” dememiş miydi? İşte bu geleneğe uyarak:

— Zararı yok oğlum, “Hocanın vurduğu yerde gül biter.” derler. Diye olayı hoşgörü ile, soğuk kanlılıkla karşıladı. Fakat benim ayak bileklerimde kırmızı, gül yerine, falaka kendirinin kerttiği, bilezik şeklindeki mor izler, tabanlarımda da, kiraz değneğin karakabarcık izleri bitmişti.

O gün bu gündür, başıma gelen bu haksız olayı hatırladıkça hâla, kan oturmuş parmaklarımın sızladığını, kiraz değneğinin tabanlarımda şakladığını duyar gibi olurum.

Büyük peygamberimizin ne güzel buyurmuşlar: “İyilik ettiğin kimsenin şerrinden sakın, eğer leim ise!”

Leim: Alçak, soysuz, sütü bozuk demektir. Rahmetli Dayı Ahmet Ağa da sık sık şu sözü tekrarlardı : “Dünyada üç şeyden korkarım : Allahtan, Hükümetten ve kanunlarından, fesatçı adamlardan.” Ne kadar doğru bir söz!

Ankara: 5-XII-1967

Şakir Sabri YENER