Tire Müze memuru sayın dostum Faik Tokluoğlu bana 24 Ağustos 1960 tarihli bir (Tire Postası Gazetesi) gönderdi. Bu gazetede üstadın: (Şanî Zadenin ölüm yıldönümü münasebetile) başlıklı 4,5 sütunluk bir başyazısı var. Yazının özeti şu:

4 Cilt tarihile meşhur Şanî Zade Atâullah Efendi, Mahmut II devrinde, Mütercim Asım’ın vefatından sonra onun yerine Vak’anüvis (Müverrih) tayin ediliyor. Şanî Zade, Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca dillerine hakkile vakıf; tıp ve diğer ilimlere ait bir çok eserlerile dünyaca tanınmış bir âlim. Şark ve Garp tababetindeki derin bilgisi ile yedi iklim dört bucağa ün salmış bir Türk büyüğü. Fakat Hekimbaşı Mustafa Behçet onu bir türlü çekemiyor ve bu çekememezlik yüzünden onun hışmına uğruyor. II. Mahmut devrinde 1826 tarihinde İzmir’in Tire ilçesine sürülüyor.

“Ben de bu dehr-i denîde şâdümân olmam ATÂ

Hasmdır erbâb-ı istî’dâde çün bu Âsiyâp.”

diyerek, sürgün fermanını büyük bir vefekar ve soğukkanlılıkla alıyor; doğup büyüdüğü İstanbul’dan bir süvari kavası ile çıkıp Tire’ye geliyor. O zaman 60.000 nüfuslu olan Tireliler sevinçle karışık kederli bir hava içinde bu büyük adama coşkun bir karşılama töreni yapıyorlar ve onu alıp kışla Meydanında, Tire’nin en güzel bir evi olan Hacı Reşid Efendi (Hacı Ömer Ef.) konağında götürüyorlar orada misafir ediyorlar. Bu konak Şanî Zadenin varlığı ile bir ilim merkezi haline geliyor. Böyle kıymet bilir bir muhite gelişi ona sürgünlüğünü unutturuyor. Bu ilmî konuşmalara ancak bir iki ay devam ediyor.

Ağustos ayının sıcacık günlerinden bir akşam üstü, konağın ovaya doğru açılan ahşap pancurlu pencerelerinden biri önünde, güzelliğin bütün renklerile en mükemmel bir tablodan daha güzel olan Tire ovasını, elindeki kahvesini yudumlarken doya doya seyreden Şânî Zade bir anda eşsiz bir sükût içinde kalıyor. II. Mahmud’un Fermanını getiren Kavas ile kaza Voyvodasını (Kaymakamını) karşısında görüyor. İstanbul’da iken Fermanda yazılı Itlak (Kurtulmak) kelimesi, İtlâf (Telef olmak) şeklinde deniştirilmiş ve bu kelime Kavasa birkaç defa tekrarlattırılmış ve kendisine şöyle tenbih edilmiş: “Şânî Zadeyi görünce (Itlaakına ferman getirdim) demiyeceksin, (İtlâfına ferman getirdim) diyeceksin!

Birdenbire Şanî Zade’nin karşısına dikilen Kavas bu meş’um kelimeyi söyleyince büyük hekim bayılıyor, köşedeki sedire uzanıyor, o anda Şanî Zade için her şey bitmiş oluyor. Konakta bulunanlar Fermanı Kavasın elinden alıp okuyorlar. Şanî Zade’nin ıtlak olunduğu, yani affolunduğu anlaşılıyor. Kavas da yaptığı gafı itiraf ediyor ama iş işten geçmiş oluyor. Şanî Zade, hastalanmış, bir hafta sonra da çok sevdiği muhitten ilmile, irfanile, büyün yolculuğa çıkmış ve hakkın rahmetine kavuşmuştur. “Sene 1826 Ağustos ayı” O gün Tire’den hiçbir kimse bir tarafa ayrılmıyor, onun cenaze namazını kıldıktan sonra, misafir kaldığı konağın hemen karşısında bulunan kabristana onu götürüp defnediyorlar.

Türk İslam âleminde büyük şöhret sahip İbn-i Melek ile, Büyük Hekim Şanî Zade Tire’de ve Tirelilerin kalplerinde gömülüdür.

Faik Bey’in yazısının özeti burada bitiyor.

Ben bu yazıyı okuduktan sonra derin düşünmiye başladım ve dilimizde olmıyan bu kelime deniştirmelerinin tarih boyunca oynadığı kötü rolleri düşündükçe Türk Dil Kurumu’nun (Dilde Özleştirme) davasında ne kadar haklı olduğuna bir kere daha inandım. Ne olurdu Şanî Zadenin affına dair olan Ferman (Itlak) diye yazılmasa da (Sürgün süreniz sona erdi) veya (Bırakıldınız) diye öz Türkçe ile yazılsaydı ne olurdu?

“Peki öyle olsaydı, Şanî Zade ölmeyecek mi idi? Ecel birdir, iki olmaz.” diyeceksiniz. Ben de “evet ölecekti ama (Ecel-i muallak ile değilde (Ecel-i mukadder) ile ölürdü.” Derim. Hak rahmet etsin, nur içinde yatsın!

Şakir Sabri YENER