Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Korgeneral Refet Ülgenalp 22-5-1964 günü Gaziantep’e gelmiş ve Öğretmen Okulu salonunda bir konferans vermiştir. Ülgenalp Yurdumuzun tesiri altında bulunduğu akımları anlatmış, zararlı akımları ve bunlardan korunma çarelerini de belirtmiştir. Her meslekten, çok kalabalık bir topluluğun takip ettiği konferans Büyük ilgi toplamıştır. Aşağıda Gnl. Ülgenalp’ın konuşmasını sunuyoruz.

Kıymetli idareci ve öğretmen arkadaşları Ve kahraman Gaziantepli Hemşehrilerim.

“Size sözlerime başlamadan önce aranızda bulunmaktan duyduğum sevinç ve iftiharı belirtmek isterim. Ben Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri olarak Bakanlar kuruluna bugünkü memleketin iç durumu ve memleket içerisinde bulunan akımları yerinde görmek ve doküman hazırlamak üzere ikinci seyahatimin ortasında bulunuyorum. Hasbihalimiz memleketin bu gün içinde bulunduğu durumla ilgilidir. Ve memleket içerisindeki zararlı faaliyetlere deyineceğim. Memleketimiz bilindiği gibi üç ana akımın tesiri altındadır.

Bu akımlardan biri Batı’dan gelen bilgi ve olumlu akımdır. Atatürk’ümüzün bize işaret ettiği gibi muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma çabası. Ancak bu akıma vereceğimiz önem ve bu akımla kendimizi cihazlandırma ile mümkün olabilir. Her türlü bilgi ve her türlü ileriye doğru hamle bu cepheden, bu yönden bize gelebilir. Bundan, iki akımdan biri Kuzeyden

gelen kızıl akım, diğeri Güney’den bize tesir yapan benim tabirimce Yeşil akım dediğim zararlı bir faaliyet.

Kuzeyden gelen kızıl akımın bizim memleketimizde doğrudan doğruya tesiri pek yaygın bir halde olamıyor. Tarih boyunca Rus’larla yaptığımız muharebelerin yekûnu otuzu aşkındır. Otuz büyük savaşın yarısından bir fazlasını onlar kazanmıştır. Bu büyük savaşlar da her Türk ocağında her Türk ailesinde derin yaralar ve silinmesi mümkün olmayan izler bırakmıştır. Bu sebeple her Türk evinde ve ailesinde Ruslara doğrudan doğruya bir kin gayz mevcuttur. Yalnız Sovyet Rusyanın ve Komünizm idealinin dünya hakimiyeti ve bu hakimiyeti mutlak surette temin yolundaki gayreti sızamadığı ve doğrudan doğruya giremediği yerlere çeşitli renklere çeşitli kılıklara ve muhtelif kanallarla aynı gayeyi elde etmek maksadile girdiğini görürüz.

Şimdi memleketimizde kızıl ceryanın din istismarcılığı vardır. Açıktan da vardır. Gizliden de vardır. Açıktan Rusların din istismarcılığına bariz bir misal vereyim: Bundan on gün kadar evvel Rus sefaretinden iki zat Dinayet İşleri Riyasetine gider ve kafilelerin 100 kişiden aşağı olmamak üzere tertiplenmesini ve bütün yol masrafları ile yiyecek içeceklerini ve yaşayışlarının tamamını karşılamak ve her türlü isteklerini yerine getirmek kaydile kafileler halinde din adamlarımızı Rusya’ya davet eder.

Bundaki maksadı sezmemek, bundaki zararlı telkinleri görmemek için mutlaka bir insanın kör olması ve kafasının da işlemez olması lâzımdır. Bu açıktan yapılan bir giriş. Bunun kapalı şekilleri çok muhteliftir. Uzun uzun anlatmakla bitmez. Yalnız sarfedilen paraların nereye gittiği, kimler vasıtasile el değiştirdiğini tesbit etmek mümkün. Basit olarak bir misal arzedeyim: İstanbul’un Çayır ovasında bir cam fabrikası vardır. Orada otuz kadar Rus o fabrikayı kurdukları için orada işçi ve usta yetiştirmek için çalışmaktadırlar. Bunların aylık masraflarını bankadan çekecekleri para olarak ne tahmin edersiniz? Her biri ikibin üçbin alsa 90 eder, 100 bin eder, bilemezsiniz? 150 bin eder. Beyler; bir ayda bankadan çektikleri para 15 milyonu geçmektedir. Tabii bunların nerelere sarfedildiği ve kimlerle temas ettikleri bizlerce malûmdur. Şimdi Sovyet Rusyanın bu gibi faaliyetlerini belirttikten bunlara karşı korunma çarelerini hepimiz bildikten sonra üzerinde en fazla duracağımız nokta din istismarcılığı mevzuu üzerinde toplanıyor. Ve asıl tehlikeli olan bizim için budur. Bunun üzerinde İsrarla duruyoruz. Efendim; hep biliriz ki en dara geldiğimiz zaman, muhtelif tehlikelerle karşılaştığımız zaman sığınacağımız bir varlığa ihtiyacımız vardır.

İnsan yalnızlığını hissettiği zaman mahvolduğunu anlar. Halbuki kâinatı yaratan kudretin bizim koruyucumuz olduğu ve buna inanmanın şart ve mutlak olduğunu hamdolsun biliriz. Bu memlekette müslüman olarak doğduk ve müslüman olarak ölmeyi de arzu ederiz. Şu noktayı itiraf edelim ki müslüman olduğumuzu söylediğimiz halde İslâmlığın bütün şartlarını ve kaidelerini hürafelerden ayırma suretiyle ana esaslarını lâyıkiyle bildiğimizi iddia edemeyiz.

Mutlak boşluklarımız, mutlak bilgi noksanlıklarımız vardır. Bu bilgilerimizi tamamlamak ihtiyacını hissettiğimiz zaman zararlı faaliyetlerin buraya bilmeden dolduğunu farkederiz. O halde inanç potalarımızı doldurma ihtiyacı belirdiği anda buraya doldurulacak bilgilerin saf temiz bizi doğruluğa fazilete allah yoluna sevkedici olması üzerinde İsrarla durmalıyız. Buraya bilhassa hayatta bilgi noksanı olan fertlerin zararlı faaliyetleri doldurduklarını müşahade ediyoruz. İşde din mevzuunda Sovyetlerin faydalandıkları nokta buradadır arkadaşlar; Bizim memleketimizde okuldan yetişmiş kendini yine hakikaten iyi yetiştirmiş din adamı olarak 10 bin üzerinden takriben 11 bine yakın din adamımız vardır. Fakat buna mukabil 110 bini mütecaviz cami ve mescidimiz var. Aradaki boşluğun ne kadar çok olduğunu bir anda görebiliyoruz. O halde hakiki din adamı ile hakiki olmayan din adamının halkımız üzerinde memleket sathında yapabileceği fenalıkları gözönüne getirirsek durumun pekte parlak olmadığını kolayca takdir ederiz. Üzerinde durduğumuz nokta bugünkü din adamlarımızın kısa zamanda daha iyi yetişmesini temin etmek, mevcutların müteakip kurslara tabi tutularak boşlukları tamamlamaya gayret sarfetmek, içlerinde kendini az da olsa zararlı faaliyetlere kapdırmış olanları bertaraf etmek. Müslümanlığın esası olan Kur’an’ı Kerim son kitabimızdır. Peygambermiz de son peygamber. Bunu böyle kesin olarak bildiğimiz halde biraz evvel söylediğimiz gibi inanç potasına bilgi ihtiyacında bulunan halkımız kendini zararlı faaliyete kaptırmış kişiler tarafından istismar edilir. Onu; doğru yolu gösteriyorum iddiası ile bilerek veya bilmeyerek yanlış yola sevkeder. Bilerek veya bilmeyerek dedim. Bilmeyerek bir diğerinden edindiği bilgiyi etrafına yayan ile bunu kasten yapan arasında çok büyük fark vardır. Bazı masum köy hocaları öğrendiği üç beş Sure bir iki ayet bir iki hadisle başına takya eline de teşbih aldı mı? köyün ortasında veya camiinde kendi geçimini temin içinkendi aklının erdiği kadar o sureleri tekrar tekrar okur ve her bir seferinde başka türlü mana ile tefsir eder ve o da geçimini temin eden masum hocadır.

Bir de bu işi kasıtlı olarak yapanlar vardır. İşte bizim için zararlı bunlardır. Sözü doğrudan doğruya Nurcu’luğa intikal ettirmek isteriz. Bir adam Siirt’in bir köyünde dünyaya gelir. Tabiata ve nizama isyankârdır. Muhtelif zararlı faaliyetler arasında Kürdistan kurma cemiyeti arasında bu zatı görürüz. Kürdistan kurma cemiyeti, bugün yabancı memleketlerde de kolları olmak ve hatta Enstitüsü Fransa’da bulunmak suretile büyük faaliyet gösterir. Memleketlerimizden Kürdistana ilhakı arzu edilen daha Samsun, Sivas, Kayseri dahil Adana’da dahil olmak üzere bütün doğu Güney doğu illeri içindedir bu haritanın. Emelleri bu...

Basra körfezine kadar gider. Bunu şüphesiz kendi menfaatlarını birinci plânda tutan adamlar ve Kürdistan kurmayı tasarlayan ve muhtelif yerlerden menfaat temin eden adamlar bununla uğraşırlar. Bu cemiyetin faal azası arasında Sait denilen adamı görürüz. Bu adam sonra İstanbul’a gider, İstanbul’da ittihadı İslâm cemiyetinde faal üye olur. İttihadı muhammedi dergisinde yazılar yazar, 31 Mart vak’asında faal rol oynar. Ve Nihayet İstiklâl savaşı sırasında da yine hınzırlıklarını ve zararlı faaliyetlerini devam ettirir. Emir dağında ikamete memur edilmiş iken devrenin bir tanesinde oradan alınır, diyar diyar gezdirilir. Eli öptürülür, sakalı okşanır ve propaganda vesilesi yapılır. Ne umulur bu adamdan: Bir kaç bin şey işte o kadar.

Fakat bu adamın yaptığı zararlı faaliyeti bu gün yaygın bir halde görüyoruz. Ve maalesef buna kendisini kaptırmış bedbahların karşımızda olduğunu esefle görüyoruz. Nedir Nurculuk?

Efendim dolâysiyle nur risalelerinin 130 tanesini okumak mecburiyetinde kaldım. 130 Nur risalesi çeşitli isimler altında çıkmış, Nur risalesi bana dini bilgilerime hiç bir şey ilâve etmedi. Aksine bu 130 Risaleyi hülâsa ettiğimiz zaman karşımıza dehşet verici dilekler meydana çıkıyor Bunlar şöyle hülâsa edilebilir: Şeriat Devleti isteriz. Yani bu günkü sitatüyü terkedeceğiz, o kendine Nur’cu diyen Nursî diyen soyu sopu belli olmayan ve tahsiiide tesbit edilemiyen bu adam bugünkü Cumhuriyet rejimini ve demokrasiyi istemez. Ne ister, Şeriat Devleti ister. Kur'anı kerimin bundan 1380 küsür sene evvel yazıldığı ve bugünün şartlarına uymadığını iddia eder. Bana yazılar risalet yolu ile gelmiştir, ben bunları kendim yazmadım, Duygularımı ifade ediyorum der. Bunun ima yoluyle manası “kur’anı kerimi bir tarafa bırakıp benim yazdığım safsatalara inanın ben peygamberlik iddiasındayım. Benim peşime gelin. Cennetin anahtarları bendedir” Ve Kuranı Kerimdeki Nur suresinin kendisi için yazıldığını iddia eder. Dini inançlarındaki boşlukları tatmin etmek isteyen bazı kimseler bilmiyerek, bazıları da bundan menfaat umarak peşine takılmışlardır.

Muhtelif gelirleri vardır. Dışardan desteklenirler. Dışardan desteklenirler dediğim zaman cam fabrikasının işçilerinin parasının nereye gittiğini şimdi açıklamış oluyorum.

Niçin bu kadar yaygın hale gelir? Yaygın hale gelir, çünkü; risalelerini bizim bildiğimiz Türk harflerile yazmıştır. Ve öyle neşreder, mektuplar halinde bizim birliklerimizin içerisine bile sokulmak istenir. Yine Enstitüleri vardır. Teşkilât bakımından medreseleri vardır, yuvaları vardır. Bunlar hakkında bazı mahkeme kararları var. Beraat kararları.. Bunların bir kısmı kitap halinde satılır. Tabii bu kararı verenler kendi kararlarını kitap yapıp satarlar. Nurcu oluşlarının sebebi de bu satıştan mütevellit ceplerini doldurma hevesinden başka bir şey değildir. Bu zevata sorarsanız nedir Nurculuk? Cennete giden en kısa yol burnudur ? diye. Size izahat vermezler. O halde önümüze bir problem çıkıyor. Biz dinimizin hurafelerden temamen temizlenmiş ana kurallarını, doğru olarak öğrenmek ihtiyacını nereden temin edeceğiz.

Kur’anı Kerim arapça yazılmıştır. Okumasını öğrensek bile manasını anlamakta büyük zorluklarla karşı karşıyayız. Yalınız okuması ve manası anlaşılmadan, bunun hatta hıfzediimesi kanaatımca bir şey ifade etmez. İnanç boşluğunu da doldurmaz. Namazda okuduğumuz surenin manasını bilmedikten sonra yaptığımız ibadetin esas manası ortadan kalkar. Ben Amerikada müslüman cemiyetini ziyarete gittim. Beni İngilizce karşıladılar, İngilizce ibadet ettiler, İngilizce dualar okudular, yine beni İngilizce uğurladılar. Bunlar müslüman değiller mi?

Bunlar belki bizce menfaatini temin bakımından suratının şeklini kıyafetini değiştirmiş, hocalık iddiasına heves etmiş talebesinin altına parantez içerisinde kendini fakülte bitirip mütehassıs olduğu halde “nurcu’dur” yazısını yazmış kimselere nazaran çok daha müslüman kişiler idi. Şu halde zararlı faaliyetin bizi ne dareceye kadar sarsmakta olduğunu izaha çalıştığımı ve bunu arzedebildiğimi sanıyorum.

Kıymetli idareci arkadaşlarım ve öğretmen arkadaşlarım;

Bize çok büyük bir memleket vazifesi düşer. Bu bize emanet edilmiş olan gençliğin ve ufacık yavruların, büyüdükleri zaman türlü zararlı esintilere mukavemet edebilecek, kendilerini her türlü zararlı telkinlerden koruyabilecek, köklü bir bilgiye sahip kılınması ile mümkündür. Bunları sizler temin edeceksiniz. Ve bununla yine sizler iftihar edeceksiniz. İleride hepimiz vazifelerimizi bitirmiş, yaşımız oldukça ilerlemiş olarak bir kenara çekilmiş göreceğiz kendimizi. O zaman eserlerimiz olumlu işler yapabiliyorsa; yetiştirmiş olduğumuz gençler bu memleketin kalkınmasını ve ileriye doğru atılışını kudretli ellerile, daha ileriye de götürebiliyorsa o zaman zevklerin en büyüğünü tatmış oluruz. Ama bunları yapamıyorsa kahrımızdan bir an evvel ölmeyi tercih ederiz.

Misaller arzedeyim. Hürafelere ve zararlı faaliyetlere ait ve bugüne kadar bizi geri bırakmış hadiselere ait misaller:

Bir otobüste tahsili belli olmayan bir hoca bulunur. Köy yolunda otobüsle giderken tarladaki traktörü işaret ederek “Bu gâvur icadıdır. Bununla sürülen tarladan çıkan buğdayla ekmek yapılırsa yenmesi günahtır” der. Biz ileriye, çok istihsal yapmaya, çok kazanmaya ve refaha doğru koşmayı istiyoruz. Bu hoca bizi af buyurun öküzün kuyruğuna bağlıyacak ve onun ağırlığı ile o tempoya indirecek hızımızı. Şoför otobüsü durdurur ve «Hoca al şu paranı. Allah sana iki ayak vermiş köyüne yaya git. Çünkü bindiğin bu otobüs de gâvur icadıdır. Haydi bakalım in aşağı» der. işte bu gibi kendini bilmez, ne idiğü belirsiz insanların bize yapmak istedikleri telkinlere o şoför vatandaş kadar hassasiyet gösterebildiğimiz ve reaksiyonu belirtebildiğimiz zaman her birerimiz vicdan huzuru içerisinde küçücükte olsa, bir damlacık da olsa vazifemizi yaptığımıza kani olabiliriz. Ama «neme lâzım benim, ne isterse yapsın» dediğimiz gün bu memlekette edindiğimiz bilgiden etrafımıza zerresine vermemiş, versek bile faydalı olmamış oluruz. Bir Kur’an kursunu gördük. Kendilerine her türlü yardım yapılmış, sıralar verilmiş, masalar verilmiş, kara tahtalar verilmiş, yer tahsis edilmiş, kendisine mevcut imkânların hemen hepsi verilmiş. Lüks lâmba vesaireler falan. Gittiğimiz zaman sıraları, iskemleleri, masaları, karatahtaları bahçede yığılı gördük. Hepisinin kafasında birer takya, boyunlarında birer kese, post üzerinde otururlar, sallana sallana birşeyler söylerler. Evvelâ hocayı imtihan edelim dedik aklımız sıra. Açtık Kur’an’ı Kerimi. Bize eskiden hocalarımız iki kağıt arasında bir satırı gösterip okuturlardı. Yok hocada bir bilgi. Ama açıyorsunuz filânca sureyi başından başlayıp sonuna kadar okuyor. Ama bir satırını gösterdiğiniz zaman duruyor. Hocanın bilgi çerçevesini çiziyorum:

«Hoca niçin bu sıraları kullanmadınız. 10 yaşından 50 yaşına kadar adam var. Bu postların üzerinde niye sallanır dururlar? “Paşa hazretleri; Peygamberimiz efendimiz de böyle oturur, Post üzerinde okurlar idi. Biz de ona uyuyoruz” buyurdu hoca. Arkadaşlar Peygamberimiz efendimiz zamanında iskemle sıra olmayabilir. Post bulunur. Ama biz mutlaka Peygamber zamanına uyarsak, pabuçları çıkarıp elbiseleri soyunmamız lâzım. O halde yine Kuranın ve peygamberin bize daima tavsiye ettiği ilmin Çin de dahi olsa gidip aranması ve beşikden mezara kadar ilmi kovalamamızı emreden kitabımız ve peygamberimiz bu gün hayatta olsa idi, acaba elektrik nurundan istifade etmeyin o zaman çıra vardı mı? diyecekti.

Hayır böyle bir şey yok. Ama o hocanın kafası daha da ileriye gidemez. Dua ettiğimiz zaman ettiğimiz duanın manasını bilmiyoruz. Amin diyoruz. Hoca okuyor biz amin diyoruz. Namaz kıldığımız zaman okuduğumuz surelerin mânâsını bilmiyoruz. Yarısı hikâye. Fakat büyük bir vecd içerisinde geçmiş bir vak’anın hikâyesini söylüyor. Hoca ne derse bilhassa cahil halk inanmak mecburiyetinde hissediyor kendisini. Hoca onu eğer doğru yola götürürse doğru, fakat o hoca mel’ûn ise o da ona tabi. Biz bu memlekette doğru hürafelerden temamen temizlenmiş, ana kuralları ile bizi fazilet yoluna sevkedecek, din bilgimizi takviye etmek ve bu bilgiyi tamamlamak zorundayız. Bunu; Kur’anı selâhiyetli kişilerin, komisyonların Türkçeye çevrilmiş metinleri ile ancak yapabiliriz. Biraz evvel söyledim, Amerikalılar İngilizce Okurlar. Fin müslümanları kendi dillerile Kur’an okurlar. Biz İsrar ederiz, Arabın gargacık, burgacık yazılarını öğrenmekle zaman kaybederiz. Okuduğumuz zaman da ne okuduğumuzu anlamayız. O halde bu böyle devam ederse bilgi noksanımız devam edecek, bilgi noksanımız devam ettikçe araya istismarcılar girecek...

Çarşaf mevzuuna da deyinmek isterim. Dinde bir örtünme, dini tabirle tesettür var. Bir yerde 19 Mayıs Gençlik Bayramında kız öğrencilerin çıkmamasını isterler. Atlet kıyafeti ile çıkan erkek çoçuklar yanında, atlet kiyafetile kız öğrencilerinin çıkmasını günah sayarlar. Ne yapmalı imişiz? artık kendisini olgun hisseden ve belirli bir yaştan sonra kızlarımız yukarıdan aşağı çarşaf giymeliymiş veya ona benzer böyle bir acayip örtüler.

Arkadaşlar bir taraftan insan hakları ve', hürriyeti deriz, bir taraftan 30 milyonun ortalama 15 milyonunu tepesinden tırnağına kadar güngörmez hale getiririz. Buna hakkımız yok. Ama anayasanın teminatı ve insan hakları buna doğrudan doğruya manidir. Kaldı ki bir de kıyafet kanunumuz var. Ne hakla bu kadıncağızı kapatırsınız, ne hakla bir de üstelik yüzünü peçe ile örtersiniz. Bu kadının hürriyeti nerdedir ? Bu kadının anayasa teminatı nerdedir?.. Bunun sebebini araştırdım. Trakya köylerinden bir tanesinde bir tatbikat arasında, öğle yemeğini ağaçlıklar arasında yerken köylü toplandı etrafımıza. Hasbihaller arasında tarlada çalışan 8 – 10 kadının çarşaflı olarak çapa çapalamakta olduğunu gördüm. Sordum ordaki yaşlı adama: “Bunlar kim” dedim. “Bizim karılarımız, kızlarımiz” dedi. Hangisi senin karın veya kızın dedim. Bilemedi. Dedimki şu karılarınız kızlarınız arasında acaba çarşaf giymiş bir erkek bulunabilir mi? Adamcağızın rengi döndü, “aman paşam bizim köyde yapmazlar” dedi. Peki. Sen dedim evinin bahçesinde çapa çapalıyorsun çiçeklerini veya sebzelerini. Bahçe kapısından içeri kadın kiyafetli bir kişi girdi. Kadın veya kızın yukarıda. Acaba o çarşaflı erkek mi? kadın mı idi? Sen bahçede çapa çapalarken böyle bir mel’ânet olur mu? olmaz mı? diye sordum. “Paşa hazretleri Allahını seversen sus şimdi” dedi. “Dinden imandan çıkaracaksın beni” Dur dedim daha çıkma, var. Başka bir sual daha sorayım sana : Kahvede oturuyorsun. Kahvenin karşısındaki evde de senin düşmanın var. İş bakımından her hangi bir ihtilâflı adamın var. Oraya da bir çarşaflı sen kahveni içerken girdi. Acep bu senin kızın olabilir mi? Adam yerinden kalktı çıktı gitti. Bir hafta sonra köye geldim. Köyde bir çarşaflı kadın yoktu. Çünkü çarşafın kadınlara giydirilmesindeki sebep ve hikmet din namı altında bu gibi mel’ânetleri işlemek ve bundan faydalanmak heveslilerinin icadıdır. Bir kadının aldığı kültür, ailesinin terbiyesi, dini inançları, kendisini nerde olursa olsun; isterse yüzbinlerce erkeğin içerisinde bir tek kadın olsun, onun kalbi temiz, fazilet duyguları işlenmiş, dini inançları bütünse yüzbinlerce erkeğin içerisinde bir kadın kendini muhafaza etmesini bilir. Çarşaf bir kadını kurtarmaz. Ancak ayıplarını örter, Günahlarını saklar, affettirmez.

Nurculuk hakkında ve bu gibi hurafeler hakkında çok daha söz söylemek mümkündür. Ve belki benim bilmediğim ve işitmediğim bir çok hususları bilmiş olabilirsiniz. Memleket gençliği olarak Gaziantep’in Gazilerinin çocukları ve onların torunları olarak, bu memlekete bütün hayatını vakfetmiş öğretmen ve idareciler olarak, hepimize düşen vazifeyi beraberce sükûnetle ve bir plân ve bir proğram dahilinde yapmak zorundayız. Bunların aldığı 3-5 beraat kararı kitap halinde neşredilse bile, bunların aldığı bir kaç beraat kararı ile kendileri birer kahraman addedilse bile bu kararı verenlerle bu mel’âneti işliyenlerin bu memlekette kendilerine yer olmadığınıelbet birgün gelecek öğreneceklerdir. Ama biz bu memleketin has avlâdı olarak bunlara arzettiğim şoförün hassasiyeti kadar reaksiyon gösterip bunların doğru yolda olmadıklarını behemahal yüzlerine vurmamız ve onları ikna etmemiz lâzımdır.

Hepinizi muhabbetle selamlarım.