Eski Türk Padişahlardan (Büyük Mete’nin) beş süvarisi vardı. Birinci süvarinin adı (Cesur)idi. Mert: o kadar cesur idi ki Arslanlarla vuruşur, Fillerle Kaplan avına gider; Ejderhaları öldürürdü. Bir gün büyük bir yandın olmuş (Cesur) pervazsızca yangına dalmış birkaç kadın, birkaç çocuk ve birkaç hastayı ölümden kurtarmıştı.

Ikinci süvarinin adı (Memnun)idi. Bu süvari hiç bir şeye üzülmez, tasa etmez, etrafına saadet ve neş’e saçardı. Onun yanında oturanlar gam kasafet çekmezlerdi.

Üçüncü süvarinin adı (İyi) idi. Bu süvari herkese iyilik yapmaktan hoşlanan yüzü gibi kalbi de güzel bir zattı. Onu o zamanlardaki vahşi hayvanlar bile severler, (İyi) ormana girince vahşi hayvanlar münis bir kedi sokulkanlığile etrafını sararlardı.

Dördüncü süvarinin adı (Doğru) idi. Bu, müddeti hayatında yalan nedir bilmez, özü, sözü birbirine uygun bir delikanlıydı.

Beşinci süvarinin adı (Pak) yani temizdi, bu delikanlı güzel söz söyler, bütün hayatını güller gibi temizlik içinde geçirmişti.

Büyük Mete süvarilerle övünür, onlarla düşer, kalkar hiç bir dakika onlardan ayrılmazdı.

Artık Büyük Mete ihtiyarlamıştı. Birgün Hasbahçesinde otururken süvarilere şöyle bir emir verdi:

Evlatlarım sizden çok hoşnudum. Sizin sayenizde bütün ömrümü rahat geçirdim. Fakat istiyordum ki bütün yurt çocukları sizin gibi olsunlar. Binlerce şehidin kanile suladığı bu toprakta yetişen her çocuk, temiz toprakta filiz veren çiçekler gibi temiz ve güzel yetişsinler, siz mülkümün her tarafını geziniz, seçtiğiniz iyi çocukları bulup serayıma getiriniz. Bu çocuklar benim sarayımda yaşayarak bir süvariye lâzım olan bütün meziyyetleri öğrensinler. Çünkü her iyi çocuk vatan için bir memleket kadar değerlidir. Bulduğunuz iyi çocukları bana tez (çabuk) getiriniz bu ihtiyarlık çağımda beni mesud ediniz dedi.

Bizim süvariler Padişahın bu sözlerini pek beğendiler. İrkenden yola çıkmak için hazırlandılar. Parlak kalkanlarını, uzun mızraklarını sallayarak yola çıktılar. Dere, tepe düz gittiler, altı ay bir güz gittiler, konarak, göçerek lale, sünbül biçerek diyar diyar dolaştılar, süvarilere çeşit, çeşit çocuklar övülüyordu. Bir gün büyük bir konağın önünden geçiyorlardı. O sarayın biricik bir oğlu vardı. Uzun boylu, güzel ve yakışıklı idi. Tam Padişahlar sarayına yakışırdı. Konak sahipleri oğullarını Padişah sarayına kapılandırmak için süvarilere izzet ve ikramda bulundular. Kırk türlü taam çıkardılar. Kuş tüyü yataklar serdiler, o sabah süvariler derin uykularından siddetli feryatlarla uyandılar bir de ne görsünler konagın biricik evladı salonun ortasında boylu boyunca uzanmış ağzından köpükler çıkarıyordu. Anası, babası uslu durması için rica ediyorlar. Aşçı kepçesile, hizmetçi süpürgesile yukarı koşmuş ne kadar uğraşsalar bu şımarık çocuğu hiç kimse susturamıyordu. Süvariler bu çocuğun iyi bir süvari olamıyacağını anlayarak ayrıldılar ve yollarına devam ettiler.

Süvariler kuzeyi, güneyi, batıyı, doğuyu aradılar nihayet bir gün asırdide bir çınar ağacının altında durdular, herbiri ayrı ayrı yollardan gitmiye karar verdiler. Gezecek, tozacaklar bu hafta sonunda her biri bulduğu çocuğu yanına alarak bu ağacın altında birleşeceklerdi. Süvarilerin en yaşlısı olan (Cesur) bir gün Güneş batarken uzaktan bir çocuğun kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Çocuğun arkasında bir yük odun vardı. Mini mini elleri odun toplarken kanamıştı fakat o, hiç oralı değildi. Büyük bir neş’e ile bir memleket havası tutturmuş yürüyordu.

Süvari hızlandı ve küçük çocukla karşılaştı.

- Tünaydın küçük çocuk.

- Tünaydın büyük atlı…

Çocuk hayretle bu, birdenbire belkiren süvariye bakıyordu Ömründe hiç bu kadar güzel giyinmiş, heybetli ve iyi bir adam görmemişti.

Süvari sordu:

- Oğlum senin adın ne …

- Kel oğlan!

- Bana yol gösterebilir misin?

Birden çocuğun yüzünde öyle bir sevinç ve gurur dalgası parladı ki fakat hemen kendini topladı.

-Arkası var-